
Nice âbide şahsiyetler yetiştirmiş olan tasavvufun özü de hakîkatte böyle bir feyz ve rûhâniyeti tahsilden ibârettir.
Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O aslâ dünyâdan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir.
Yâni tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol katedebilmektir, iz’anda mesafe alabilmektir.
Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihâyette ebedî mîrâca ermektir.
İmam Gazâlî -kuddise sirruh- da:
“Âriflerden olmak istersen; sükûtun tefekkür, bakışın ibret ve arzun tâat olsun. Zîrâ bu üç haslet, âriflerin alâmetidir.” buyurmuştur.
Tasavvuftaki rûhî olgunluğun gerçekleşmesinde de tefekkürün çok mühim bir yeri vardır. Çünkü mesele, kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yâni kalb-i selîm ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette ki şuurlu bir tefekkür sâhibi olmaktan geçer.
Tefekkür-i Mevt
Kalbin dirilişi ve rûhâniyetin inkişâfı, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âdetâ bunun usûlünü ifade sadedinde:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Hakîkaten fânî dünyâ hayâtı, ebedî âhiret hayâtı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti zâyi etmek, ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır?
Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış sayısız gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir hân olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra nefsânî veya rûhânî davranış ve hislerle dolu dar bir koridor olan dünyâ hayâtını yaşadılar, en nihâyet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikâl ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün!
İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gelmeden evvel ölümü çokça hatırlamaktır. Nefsânî taşkınlıklardan uzaklaşarak Rabbimizin huzûruna hazırlanmanın dâimî bir şuur hâline getirilmesidir. Gâye; ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir.
Rabbimizin beyânı çok açık ve nettir:
“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57)
Velhâsıl hayat ve kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi… Bizlere düşen de, bu dershânenin ihlâslı ve gayretli bir talebesi olabilmek… Fânî bir misâfirhâne olan dünyâda kalıcı edâsıyla oturma gafletine düşmemek…
İnsan tefekkür-i mevt netîcesinde nefs engelini aşarak âhiret azığını iyi tedârik edebilirse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve mükemmel olan Allah Teâlâ’ya vuslatın mecbûrî bir şartı olarak addedilir. Böylece, ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm duygusu, vuslat heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle âdeta bir “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir…
*
Hâsılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Rûhumuzun inkişâfı, îmânımızın kuvvet kazanması, ibâdetlerimizin huşû ile edâsı, muâmelâtımızın istikâmet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünyâ planda sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini lâyıkıyla yaşamamıza bağlıdır.
Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullâh’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin! Hayat ve hâdiseleri îman ışığıyla ve ibret nazarıyla temâşâ ederek; “Oku” emr-i ilâhîsini ârifâne bir tefekkürle hayâtımıza tatbik edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!
Âmîn…
Yâni tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol katedebilmektir, iz’anda mesafe alabilmektir.
Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihâyette ebedî mîrâca ermektir.
İmam Gazâlî -kuddise sirruh- da:
“Âriflerden olmak istersen; sükûtun tefekkür, bakışın ibret ve arzun tâat olsun. Zîrâ bu üç haslet, âriflerin alâmetidir.” buyurmuştur.
Tasavvuftaki rûhî olgunluğun gerçekleşmesinde de tefekkürün çok mühim bir yeri vardır. Çünkü mesele, kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yâni kalb-i selîm ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette ki şuurlu bir tefekkür sâhibi olmaktan geçer.
Tefekkür-i Mevt
Kalbin dirilişi ve rûhâniyetin inkişâfı, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âdetâ bunun usûlünü ifade sadedinde:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Hakîkaten fânî dünyâ hayâtı, ebedî âhiret hayâtı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti zâyi etmek, ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır?
Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış sayısız gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir hân olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra nefsânî veya rûhânî davranış ve hislerle dolu dar bir koridor olan dünyâ hayâtını yaşadılar, en nihâyet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikâl ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün!
İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gelmeden evvel ölümü çokça hatırlamaktır. Nefsânî taşkınlıklardan uzaklaşarak Rabbimizin huzûruna hazırlanmanın dâimî bir şuur hâline getirilmesidir. Gâye; ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir.
Rabbimizin beyânı çok açık ve nettir:
“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57)
Velhâsıl hayat ve kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi… Bizlere düşen de, bu dershânenin ihlâslı ve gayretli bir talebesi olabilmek… Fânî bir misâfirhâne olan dünyâda kalıcı edâsıyla oturma gafletine düşmemek…
İnsan tefekkür-i mevt netîcesinde nefs engelini aşarak âhiret azığını iyi tedârik edebilirse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve mükemmel olan Allah Teâlâ’ya vuslatın mecbûrî bir şartı olarak addedilir. Böylece, ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm duygusu, vuslat heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle âdeta bir “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir…
*
Hâsılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Rûhumuzun inkişâfı, îmânımızın kuvvet kazanması, ibâdetlerimizin huşû ile edâsı, muâmelâtımızın istikâmet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünyâ planda sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini lâyıkıyla yaşamamıza bağlıdır.
Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullâh’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin! Hayat ve hâdiseleri îman ışığıyla ve ibret nazarıyla temâşâ ederek; “Oku” emr-i ilâhîsini ârifâne bir tefekkürle hayâtımıza tatbik edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!
Âmîn…
İfade iconEmoticon