Batı felsefe tarihi boyunca insanı tanıma, anlama ve anlamlandırma çabaları, evreni anlama ve anlamlandırma çabaları ile birlikte hep öncelikli bir konu olmuştur. Ancak vahye kapalılık, bu çabaların, isabetli, sahih ve doğru bilgiye dayalı doğru sonuçlara ulaşmasını hep engellemiştir.
“İnsan” olma, ancak “bilme” ile gerçekleşmektedir. Bunun en üst noktası ise “kendini bilme”dir.İnsan, insan olarak, “kendi konumuna” ilişkin bilgi sahibi olmadıkça ve bunu kendisinde duyumsamadıkça “kendini bilen” biri haline gelemez. Sahih bilgiye dayanarak “kendini bilmeyi” başaramayan, kendini doğru tanımlayamayan insanın, hakikati ve Rabb’ini bilmesi ve doğru tanıması da mümkün olmayacaktır.
Felsefe tarihindeki “kuşgucular” “kendini bilmenin”, kendini gerçekleştirmenin ilk ön şartı olduğunu ileri sürerler. Batı dışı diğer kültürlerde de bazı düşünürlerin, “kendini bilme”nin insanın temel yükümlülüğü olduğunu ileri sürdükleri gibi. Ancak vahiye uzak duran ve bu sebeple sahih bilgi kaynağından kendini soyutlayan kültür alanlarındaki, insanı tanımlamaya yönelik felsefi araştırmalar, üretilen fikirler, konuyu açıklığa kavuşturmak yerine tam bir kargaşaya sürüklemiştir.
Greko-Romen kültürün temsilcilerinden İmparator Marcus Aurelius Antonius’a göre; “ Akıl, insanın gerçek gücü, doğruluğun ve ahlaklılığın (tek) ortak kaynağıdır. Çünkü o, insanın tümüyle kendisine dayanabileceği tek şeydir. Özgür olup, kendi yasasını kendi koyar ve kendine yeterlidir.” Sokrates, Epiktetos ve Marcus Aurelius, “kendini bilmek” için insanın kendine ve aklına güvenip kendisini dinlemesini yeterli buluyorlar, bu konuda daha üst bir otoriteyi dinlemeye yanaşmıyorlardı. İşte bu düşünce sahih bilgiye değil de zan ve hevaya tabi olmanın sonucudur ve Grek putperestliğinin, insanı ilahlaştıran Antik Yunan düşüncesindeki sapmanın temelini oluşturmaktadır. Bu sapmanın tabii sonucu olarak insanın kendini bilmesi ve tanımasına yönelik Grek kültürü içindeki çabalar yanlış sonuçlara ulaşmış ve insanın insana kulluğu, köleliği makul ve “meşru” görülmüştür.
Grek Rasyonalizmi, bir çeşit akla tapınmak, aklı ilahlaştırmak, akla gerçek yapısından oldukça büyük ve yapısıyla bağdaşmayan bir hacim vermek şeklindeydi. Aklı ilahlaştırıp dünya hayatı ile ilgili düzen, model, kanun ve kurallar oluşturma yetkisini akla ve insanın hevasına terk edenler, ister istemez eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye dayalı toplumları oluşturmuşlardır. Yunanlı filozoflar hukukun üstünlüğü ve adalet üzerinde önemle durmalarına rağmen, bu dönemde insanların eşit olduğuna dair bir anlayış henüz gündemde değildir.
Eflatun, “Cumhuriyet” adlı eserinde yönetim hakkını sadece filozoflara veriyor, toplumun diğer fertlerini, askerler, çifçiler, köleler diye üç sınıfa ayırıyordu. “Tanrı sizi değişik şartlarda yaratmıştır. Sizlerden bazılarında yönetme yeteneği vardır ve Tanrı onları altından yaratmıştır. Bazılarınız gümüşten yaratılmıştır, bunlar yöneticilerin yardımcılarıdır. Daha sonra çiftçiler ve sanatkarlar gelir, bunları Tanrı pirinçten ve demirden yaratmıştır” diyordu. Yani daha yaratılıştan itibaren, insanların içinde yer aldıkları farklı sınıfların varlığına ve bunların farklı maddelerden yaratıldığına, kimisinin efendi, yöneten, kimisinin de köle, teba olduğuna inanarak, insanlar arasında büyük ve köklü bir ayırımcılığı öngörüyor ve daha da kötüsü, buna kutsal bir meşruiyet sağlamaya çalışıyordu. Eflatun “adalet” kavramı ile ilgili olarak da şunları yazıyordu; “Adaletin, güçlü olanın çıkarlarını koruyan bir şeyden başka bir şey olmadığını ilan ediyorum. Dünyada her yerde adaletin bir kuralı var ki, o da güçlü olanın çıkarı demektir” Eflatun’un şu sözleri de adaletten ne anladığını daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır: “Adalet, dostlara çıkar sağlama ve düşmanları sürüm sürüm süründürme sanatıdır.”
Eflatun’un talebesi Aristo’da aynı yoldadır. İnsanların eşitliğinden nefret etmekte, adalet konusunda da hocası gibi düşünmektedir. “İnsanların yaratılıştan eşit olmadıklarını, kimisinin köle, kimisinin de efendi olmak için dünyaya geldiklerini” söylemiştir. Ona göre bir kısım insanlar hizmet ve itaat edilmesi gereken efendiler (ilahlar), büyük kısmı da onlara hizmet ve itaat etmesi gereken kul ve köleler olarak yaratılmışlardır.
Bütün evreni ve bütün varlıkları yaratan ve başı boş bırakmayıp onlara emreden, yöneten, hayatlarını düzenleyen hükümler vaz eden tek ve kadir-i mutlak bir ilah inancına uzak duranların, hevalarını ve hemcinslerini ilah edinme zilletine sürükleneceklerini Rabb’imiz Kur’an’da beyan etmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu da, gücü ele geçirenlerin koyacakları heva ve çıkarlarına uygun yasalarla diğerlerini ezip, sömürmeleridir.
Grek putperestliği ve aklı ilahlaştıran rasyonalizmi, Roma İmparatorluğu döneminde egemenliğini sürdürmüş, mevcut ilahlarına yeni ilahlar ekleyerek, insanın insana kulluğunu, zulmü, sömürüyü ve köleliği daha yaygın, daha şedid ve daha kurumsal boyutlara ulaştırmıştır. Yeni ilahların en önemlisi Roma yöneticileriydi. “Sezar”lar insanların hayatına tahakküm eden, onlar hakkında tek yanlı kararlar alabilen ve kesin, itirassız bir şekilde kendilerine itaat ve kulluk edilen ilahlar olarak algılanıyordu.
Grek cahiliyesinin insanın eşitsizliği, bir kısmının ilah bir kısmının da onlara hizmet ve ittaatla yükümlü kul ve köleler oldukları anlayışı üzerine oturttuğu bu sapması ve güçlüyü haklı gören adalet ve hukuk anlayışı, maalesef batı düşüncesi tarihine damgasını vurmuş gibidir. Bugün dahi bu damganın izleri çok çarpıcı bir biçimde, çağdaş batı düşüncesinde gözlenmektedir. İşte bu düşüncelerden ilham alıp Greko-Romen kültür üzerine kendini yapılandıran “batı medeniyeti” (!) kaçınılmaz bir sonuç olarak güçsüzleri ezmeyi, sömürmeyi ve insan haklarını ihlal etmeyi hak sayan bir anlayış ve uygulamadan hiç kurtulamamıştır.
Halbuki İslam, ilk insanın yaratılışından, ilk peygamber Adem (AS) dan beri, bütün insanların aynı maddeden ve eşit olarak yaratılıp, aynı anne babadan türedikleri hakikatini haykırmakta ve her türlü ayrımcılığı reddedip, insanların eşit temel haklara sahip olduklarını vurgulayarak yeryüzünde sadece Allah’ın hükümlerini egemen kılmak suretiyle, kula kulluğa son verecek, mutlak adaleti sağlamaya talip olmaktadır.
“İnsan” olma, ancak “bilme” ile gerçekleşmektedir. Bunun en üst noktası ise “kendini bilme”dir.İnsan, insan olarak, “kendi konumuna” ilişkin bilgi sahibi olmadıkça ve bunu kendisinde duyumsamadıkça “kendini bilen” biri haline gelemez. Sahih bilgiye dayanarak “kendini bilmeyi” başaramayan, kendini doğru tanımlayamayan insanın, hakikati ve Rabb’ini bilmesi ve doğru tanıması da mümkün olmayacaktır.
Felsefe tarihindeki “kuşgucular” “kendini bilmenin”, kendini gerçekleştirmenin ilk ön şartı olduğunu ileri sürerler. Batı dışı diğer kültürlerde de bazı düşünürlerin, “kendini bilme”nin insanın temel yükümlülüğü olduğunu ileri sürdükleri gibi. Ancak vahiye uzak duran ve bu sebeple sahih bilgi kaynağından kendini soyutlayan kültür alanlarındaki, insanı tanımlamaya yönelik felsefi araştırmalar, üretilen fikirler, konuyu açıklığa kavuşturmak yerine tam bir kargaşaya sürüklemiştir.
Greko-Romen kültürün temsilcilerinden İmparator Marcus Aurelius Antonius’a göre; “ Akıl, insanın gerçek gücü, doğruluğun ve ahlaklılığın (tek) ortak kaynağıdır. Çünkü o, insanın tümüyle kendisine dayanabileceği tek şeydir. Özgür olup, kendi yasasını kendi koyar ve kendine yeterlidir.” Sokrates, Epiktetos ve Marcus Aurelius, “kendini bilmek” için insanın kendine ve aklına güvenip kendisini dinlemesini yeterli buluyorlar, bu konuda daha üst bir otoriteyi dinlemeye yanaşmıyorlardı. İşte bu düşünce sahih bilgiye değil de zan ve hevaya tabi olmanın sonucudur ve Grek putperestliğinin, insanı ilahlaştıran Antik Yunan düşüncesindeki sapmanın temelini oluşturmaktadır. Bu sapmanın tabii sonucu olarak insanın kendini bilmesi ve tanımasına yönelik Grek kültürü içindeki çabalar yanlış sonuçlara ulaşmış ve insanın insana kulluğu, köleliği makul ve “meşru” görülmüştür.
Grek Rasyonalizmi, bir çeşit akla tapınmak, aklı ilahlaştırmak, akla gerçek yapısından oldukça büyük ve yapısıyla bağdaşmayan bir hacim vermek şeklindeydi. Aklı ilahlaştırıp dünya hayatı ile ilgili düzen, model, kanun ve kurallar oluşturma yetkisini akla ve insanın hevasına terk edenler, ister istemez eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye dayalı toplumları oluşturmuşlardır. Yunanlı filozoflar hukukun üstünlüğü ve adalet üzerinde önemle durmalarına rağmen, bu dönemde insanların eşit olduğuna dair bir anlayış henüz gündemde değildir.
Eflatun, “Cumhuriyet” adlı eserinde yönetim hakkını sadece filozoflara veriyor, toplumun diğer fertlerini, askerler, çifçiler, köleler diye üç sınıfa ayırıyordu. “Tanrı sizi değişik şartlarda yaratmıştır. Sizlerden bazılarında yönetme yeteneği vardır ve Tanrı onları altından yaratmıştır. Bazılarınız gümüşten yaratılmıştır, bunlar yöneticilerin yardımcılarıdır. Daha sonra çiftçiler ve sanatkarlar gelir, bunları Tanrı pirinçten ve demirden yaratmıştır” diyordu. Yani daha yaratılıştan itibaren, insanların içinde yer aldıkları farklı sınıfların varlığına ve bunların farklı maddelerden yaratıldığına, kimisinin efendi, yöneten, kimisinin de köle, teba olduğuna inanarak, insanlar arasında büyük ve köklü bir ayırımcılığı öngörüyor ve daha da kötüsü, buna kutsal bir meşruiyet sağlamaya çalışıyordu. Eflatun “adalet” kavramı ile ilgili olarak da şunları yazıyordu; “Adaletin, güçlü olanın çıkarlarını koruyan bir şeyden başka bir şey olmadığını ilan ediyorum. Dünyada her yerde adaletin bir kuralı var ki, o da güçlü olanın çıkarı demektir” Eflatun’un şu sözleri de adaletten ne anladığını daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır: “Adalet, dostlara çıkar sağlama ve düşmanları sürüm sürüm süründürme sanatıdır.”
Eflatun’un talebesi Aristo’da aynı yoldadır. İnsanların eşitliğinden nefret etmekte, adalet konusunda da hocası gibi düşünmektedir. “İnsanların yaratılıştan eşit olmadıklarını, kimisinin köle, kimisinin de efendi olmak için dünyaya geldiklerini” söylemiştir. Ona göre bir kısım insanlar hizmet ve itaat edilmesi gereken efendiler (ilahlar), büyük kısmı da onlara hizmet ve itaat etmesi gereken kul ve köleler olarak yaratılmışlardır.
Bütün evreni ve bütün varlıkları yaratan ve başı boş bırakmayıp onlara emreden, yöneten, hayatlarını düzenleyen hükümler vaz eden tek ve kadir-i mutlak bir ilah inancına uzak duranların, hevalarını ve hemcinslerini ilah edinme zilletine sürükleneceklerini Rabb’imiz Kur’an’da beyan etmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu da, gücü ele geçirenlerin koyacakları heva ve çıkarlarına uygun yasalarla diğerlerini ezip, sömürmeleridir.
Grek putperestliği ve aklı ilahlaştıran rasyonalizmi, Roma İmparatorluğu döneminde egemenliğini sürdürmüş, mevcut ilahlarına yeni ilahlar ekleyerek, insanın insana kulluğunu, zulmü, sömürüyü ve köleliği daha yaygın, daha şedid ve daha kurumsal boyutlara ulaştırmıştır. Yeni ilahların en önemlisi Roma yöneticileriydi. “Sezar”lar insanların hayatına tahakküm eden, onlar hakkında tek yanlı kararlar alabilen ve kesin, itirassız bir şekilde kendilerine itaat ve kulluk edilen ilahlar olarak algılanıyordu.
Grek cahiliyesinin insanın eşitsizliği, bir kısmının ilah bir kısmının da onlara hizmet ve ittaatla yükümlü kul ve köleler oldukları anlayışı üzerine oturttuğu bu sapması ve güçlüyü haklı gören adalet ve hukuk anlayışı, maalesef batı düşüncesi tarihine damgasını vurmuş gibidir. Bugün dahi bu damganın izleri çok çarpıcı bir biçimde, çağdaş batı düşüncesinde gözlenmektedir. İşte bu düşüncelerden ilham alıp Greko-Romen kültür üzerine kendini yapılandıran “batı medeniyeti” (!) kaçınılmaz bir sonuç olarak güçsüzleri ezmeyi, sömürmeyi ve insan haklarını ihlal etmeyi hak sayan bir anlayış ve uygulamadan hiç kurtulamamıştır.
Halbuki İslam, ilk insanın yaratılışından, ilk peygamber Adem (AS) dan beri, bütün insanların aynı maddeden ve eşit olarak yaratılıp, aynı anne babadan türedikleri hakikatini haykırmakta ve her türlü ayrımcılığı reddedip, insanların eşit temel haklara sahip olduklarını vurgulayarak yeryüzünde sadece Allah’ın hükümlerini egemen kılmak suretiyle, kula kulluğa son verecek, mutlak adaleti sağlamaya talip olmaktadır.
İfade iconEmoticon