İslam Ve Batı Düşüncesinde İnsanın Tanımı


Yeryüzünün, hatta bir bakıma evrenin ve yaratılmışların, yüklendiği emanet ve hilafet misyonu, yaratılışı, diğer yaratılmışlarla ilişkileri ve sorumlulukları bakımından merkezini insan oluşturmaktadır. Hayatın merkezinde insan yer almaktadır. Yeryüzündeki her şey insanın emrine tahsis edilmiş, insanın konumuna ve ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiştir. Yaratıcının planladığı düzende, insana biçilen konum işte böyle önemli ve şerefli bir konumdur. Bu sebeple, insanın tanımı ve konumu ile ilgili bilgi, çok önemli ve belirleyicidir. Eğer bu bilgide isabet kaydedilememiş ve insan doğru tanımlanıp, yaratıcının öngördüğü doğru konumuna oturtulamamışsa, yani insanın tanımı ve konumunu belirlemede zanna dayalı yanlış bilgilerle bir sapmaya yol açılmışsa, yeryüzündeki hiçbir şey hakkında doğru, sahih ve adil bir sonuca ulaşılamayacaktır. Bu bakımdan, insanın kendini bilmesi, doğru tanımlayıp, doğru konumlandırması temel bir meseledir. İnsan olmanın en temel gereği, “kendini bilme”yi önceleyen “bilme”dir. Kendi konumuna ilişkin doğru bilgiye ulaşıp, bu bilgiyi özümsememiş bir insanın, “kendini bilmesi” mümkün değildir. Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “ İnsan, hayvanla kıyaslandığında varlığının göstergesi ‘tekâmül’ olmayıp ‘bilgilenme’dir. Hayvanla kıyaslandığında onun yaşamındaki farklılığın göstergesi ise ‘uygarlık’ olmayıp ‘kendini bilme’dir.” Kendini bilmeyen Rabb’ini de bilmemektedir. Rabbimiz de Kur’an’da, vermiş olduğu, işitme, görme, akletme, düşünme kabiliyetlerini kullanmayan ve bu sebeple kevni ve vahyi ayetlerini okumak, anlamak ve idrak etmekten uzak duran insanların hayvanlardan bile aşağı konumlara sürüklenecekleri uyarısnı yapmış bulunmaktadır. Max Scheler bu konudaki durumu şöyle tesbit etmektedir; “ Düşünce tarihinin hiçbir döneminde insan, kendisi için günümüzdeki kadar sorunsal olmamıştır. Birbirlerine ilişkin hiçbir şey bilmeyen bilimsel, felsefi ve tanrıbilimsel insanbilimlerimiz (antropoloji) var. Bu nedenle artık insan hakkında açık ve tutarlı bir bilgimiz yok. İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir.”

İnsan, bilim dünyasında kazandığı hayret verici başarılara rağmen, kendi varlığının, hayatının manasını ve gayesini doğru kavramaktan mahrum bırakılmıştır. Yine Ali Şerati’nin ifadesiyle; bu günün insanı, insanı şekillendirme, eğitme hususunda her zamanın insanından daha çok “güç yetirebilen” ve daha geniş imkanlara sahip olandır. Ancak nasıl bir şekil vereceği, nasıl bir eğitimle, hangi istikamette ve hangi amaç ve hedefler, hangi ilke, ölçü ve değerler çerçevesinde yetiştireceği hususunda her zamanın insanına nazaran daha az şey “bilen”dir. Bu günün insanı istediği gibi yaşam sürmekte, ama nasıl yaşadığını bilmemektedir. Çünkü yaratılış gayesinin ve ne için yaşadığının bilgisine uzak durmakta, niçin yaşadığını bilmemektedir. Alaxis Carrel’in deyişiyle, “insan kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği “gelişme” ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi “gerçekliğini” unutmuştur.” Ve böylece giderek kendisine yabancılaşan bir süreci yaşamıştır. Bu süreç sonucunda daha sonra insanlar hayvan bile kabul edilmeyecek derecede aşağılandıkları noktalara indirildi. Sağır ve kör madde dünyasından bir parça haline dönüştürüldü.

İnsanın tanımı ve konumu hakkındaki en doğru, en isabetli, en sahih bilgi kaynağı, şüphesiz, onu yaratan ve yaratılmışların en şereflisi kılan Allah’ın indirdiği vahiydir. O halde vahyi esas almayan düşünce sistemlerinin insanı doğru tanımlaması, konumunu belirlemede isabet kaydetmesi mümkün değildir. İşte bu temel konudaki sapma sebebiyle, vahyden kopuk düşünce sistemlerinin egemen olduğu dünyada, bozgunculuk (fesad) kaçınılmaz bir sonuç olarak yaygınlaşmıştır. İnsanın tanımı ve konumunu tayinde, böyle büyük bir sapmaya sürüklenen batı medeniyeti, pozitivist seküler paradigmaya dayanarak ürettiği “kapitalizm” ve “komünizm” gibi azgın sistemlerin egemenliğinde, dünyayı kan ve göz yaşına boğmuş, insanlığa büyük ıstıraplar yaşatmıştır. Bozulma o kadar ileri boyutlarda yaşanmıştır ki, vahşi sömürü ve katliamlarını, istismar ettikleri bir takım olumlu kavramlarla da kamufle etmeye çalışmışlardır.

Batı ve ABD emperyalizmi, uzun sömürgecilik sürecinde, sömürü ve talanlarını, dünya halklarının kaynaklarını çalıp ülkelerine götürmelerini ve dünya insanlığını köleleştirerek emeklerini sömürmelerini kamufle etmek amacıyla hep bir şeyleri kullanmışlar, amaçlarının bu insanları kurtarmak, özgürleştirmek olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bu amaçla, kapitalist emperyalizm, ilk sömürgecilik döneminde “misyonerliği” kullanarak insanları “Hıristiyanlaştırmak” suretiyle kurtarma “kutsal” misyonunun kamuflajı altında sömürü amaçlı işgal ve istilalarını gizlemeye ve “meşrulaştırmaya” çalıştı. “Sanayi devrimi” sonrasında başlatılan ikinci saldırı ve istila sürecinde kullanılan emperyalist jargon ise, bu sefer geri ve barbar olarak niteledikleri halkları “uygarlaştırmak”tı. Halbuki asıl yapılan, sömürgeleştirme, köleleştirme, köklü uygarlıkları tarih sahnesinden silme, beşeri ve doğal kaynakları yağmalama, talan etme ve Avrupa dışı kültürleri yok etmekti. En son olarak da, son on- on beş yıldır dünya insanlığı, ABD önderliğindeki “Batı medeniyeti”nin yeni bir “küresel saldırısına”, “işgal ve istila”sına muhatap bulunmaktadır. Bu yeni saldırıyı kamufle edip, meşrulaştırmak üzere öne çıkarılan yeni söylem ise, “insan hakları”, “özgürlük” ve “demokrasi” sloganlarını kullanmaktadır. İnsan haklarını ve özgürlükleri temelden yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan, sömürü, istila ve işgale yönelmiş ve büyük katliam ve soykırımlarla sonuçlanan operasyonların adı utanmadan ve dünya insanlığını aptal yerine koyan bir cüretkarlıkla, “Yüce Özgürlük”, “Yüce Adalet” ya da “demokratikleştirme” olarak ifade edilmektedir. Bu kavramlar asıl ifade etmeleri gereken içerikten soyutlanmış, tam tersine dünyanın efendileri tarafından, bizzat bu kavramların gerçek içeriklerini yok etmek için kullanılan bir silah haline dönüştürülmüşlerdir. Kapitalist emperyalizmin, sömürü amaçlı küresel saldırısını ve uluslar arası hegemonyasını meşrulaştırmanın araçları durumuna getirilmişlerdir.

Rabb’imiz Kur’an’da, dünyada fesad çıkaran zalimlerin özelliklerinden bahsederken, “Kendilerine: ‘ Yeryüzünde fesad çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz yalnızca ıslah edicileriz’ derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler” buyurmaktadır. Dünyada bozgunculuk, zulüm ve sömürüyü egemen kılanların bu gün de aynı konumda olduklarını ibretle görmekteyiz. Tarihte Firavun kendini, bölüp, güçsüzleştirerek zulümle tahakküm ettiği insanların kurtarıcısı olarak takdim ettiği gibi bu gün de çağdaş Firavunlar, yüzsüzce ve utanmazca, zulüm ve sömürü ile ezdikleri insanları, kurtarma, özgürleştirme misyonu ile hareket ettiklerini ilan edebilmektedirler. Paulo Freire’nin tespitiyle, “Egemenler kendilerini, (ezip, sömürerek) insandışılaştırdıkları (insanca yaşamaktan, insan onuru ve haklarından mahrum bıraktıkları) ve böldükleri (güçsüzleştirip, zulümle tahakküm ettikleri) insanların kurtarıcısı olarak sunmaya çalışmaktadırlar.”
Unknown
Unknown

sonraki
« Prev Post
önceki
Next Post »
Blogger tarafından desteklenmektedir.