Papalığın, ortaçağ Avrupa’sında oluşturduğu tahakküm ve uyguladığı istismarcı, baskıcı politikalar her şeye rağmen okuyan, araştıran, düşünen Avrupalıyı sorgulamaya ve yeni arayışlara yöneltiyordu. İşte bu yeni süreçte doğup gelişen “hümanizm” ve “reform” hareketlerinin karşılıklı etkileşim içerisinde birbirlerini tetiklediklerini görüyoruz. İnsanı merkeze alarak onu yüceltmeye, ona saygınlık kazandırmaya çalışan “hümanizm”, Greko-Romen şirk kültürü çizgisinde insanın Tanrı’yla ilişkisini sorgulayıp onu sekülerleştirmeye çalışırken, “reform” hareketi de Roma Kilisesinin dini yorumlama ve uygulamasına itiraz ederek dinde reformun gerekliliğini gündeme getiriyordu. Ancak sonuçta her ikisi de, dini, hayata müdahale ettirmemeyi, vicdanlara hapsetmeyi esas alan sekularizme ortak katkı sunuyorlardı.
Reformcular kilisenin dini yorumlamadaki tekeline karşı çıkarak, (tahrif edilmiş olan) kaynağa (İncil’e) dönmeyi ve herkesin kitabı okuyup anlayabileceği düşüncesini öne çıkarıyorlardı. Roma kilisesinin siyasi tahakkümüne ve “endüljans” (para karşılğı günahların affedilmesi uygulaması) ticareti yapıp çıkar peşinde koşan ayrıcalıklı bir ruhban sınıfının oluşmasına ve bu kesimleri kuşatan yolsuzluğa, kokuşmuşluğa karşı çıkıyorlardı. Genelde bütün reformistler, özelde ise Luther ve John Calvin, bir yandan Kilisenin, dolayısıyla da dinin siyasal otorite karşısındaki konumunu sınırlamaktan, diğer yandan ise siyasal otoriteye kayıtsız şartsız itaatın sağlanmasından yana idiler. Dini vicdanlara hapsedip, seküler siyasal otariteye kayıtsız şartsız itaata, yani ruhbana kulluğa ilaveten laik siyasal otoriteye de kulluğa çağıran bu yeni sapmaya, tahrif edilmiş İncil’den dayanak da buluyor, Yeni Ahit’te yer alan Pavlus’un dünyevi otoriteye itaate yönelik şu ifadelerini esas alıyorlardı;
“Herkes, altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen, Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanırlar.”
Luther’de kilise kurumuna, çoğu haklı, ağır eleştiriler yöneltirken, hukuku, insan haklarını, kötü ve inançsız bile olsalar siyasi egemenliği ele geçirmiş tağutların keyfi tasarruflarına terk etmeyi teklif eden şu sözleri söyleyebiliyordu; “ Dünyevi yetki sahipleri kötü ve inançsız bile olsalar, yetki ve taşıdığı iradeleri yine de güzeldir ve Tanrı’dan gelir……….Ne kadar buyurgan olursa olsun, bir prens prens olarak kalmalıdır; zorunluluk gereği birkaç kişinin kafasını uçursa da…” Bu sözler, hak ve hukuk anlayışını temelden yok eden, insanı hemcinslerinin kulu kölesi olmaya layık gören ve üstelik bu sapkın anlayışa ilahi bir meşruiyet de sağlamak suretiyle vehameti daha da arttıran bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
İlk reformistlerden olan John Wycliffe de şunları söylemektedir; kral yasaya ve adalete uygun olarak yönetmese bile, yine de ona itaat edilmelidir….Kral Tanrı’nın temsilcisi olup, ona karşı çıkmak doğru değildir.
Katolik kilisesine haklı bazı eleştiriler yönelten reformistler, teslis sapmasını ve ruhbanı ilahlaştırmayı bir şekilde sürdürdükleri gibi, siyasi otoriteyi kutsallaştırıp ona kayıtsız şartsız itaatın gerekliliğini vurgulayarak da, insanlığın kaderini bir avuç zorba egemenin monarşist ve mutlakçı yönetimine terk etmekle, insan haklarına en büyük darbeyi indirmişlerdir. Hatta Almanya’daki köylü ve çiftçilerin, egemen, zorba, sömürücü prenslere karşı, Luther’in görüşleriyle de uyuşan dini özgürlükler, bazı ekonomik ve sosyal haklar talebiyle isyan ettiklerinde, Luther’in prenslerin tarafını tutarak, onları köylüleri ölümle cezalandırmaya teşvik eden bir bildiri yayınlayarak şunları söylediğini görüyoruz;
“Köylüler,……..“Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” ve “altında bulunduğunuz idareye itaat edin” diyen, kutsal emirleri dinlememişlerdir. Dolayısiyla, hem kutsal metine hem de idarecilere karşı gelmişlerdir. Bu nedenle, ölümü iki kez hak etmişlerdir.”
Luther gibi reformistlerin, insanın konumunu saptıran, hak ve hukuku yok eden diğer bir düşüncesi de, insanın kurtuluşuna dair görüşlerine dayanmaktadır. Luther, insanı kurtaracak olanın sadece iman olduğunu, kimin iman edeceğinin ise insanın çabalarından bağımsız olarak önceden Tanrı tarafından belirlenmiş olduğunu, kişisel çaba ve salih amel anlamında iyi davranışların insanın kurtuluşu açısından hiçbir fonksiyon ifa edemeyeceğini beyan ederek insan haklarına yeni bir darbe vuruyordu. Çünkü insanın insana ve topluma karşı hak, ödev ve sorumluluklarını ihtiva eden şeriata (hukuka) uymanın kurtuluşa etkisinin olmayacağını ve sadece Mesihe imanın kurtuluş için yeterli olduğunu söylüyordu. Üstelik bu imanın oluşmasında da insanın kişisel çaba ve iradesinin sonucu olan güzel amellerinin kurtuluş açısından hiçbir öneminin olmadığını iddia ediyordu. Böylece insanların güzel ameller yapmasını caydırıcı bu iddia ile hak, hukuk ihlalini teşvik ederek ifsada zemin hazırlıyordu. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesini sağlayan amelleri engelleyecek, salih amellerde yarışmak üzere yaratılan insanı bu hayırlı yarıştan alıkoyacak, her türlü ifsada ve azgınlığa müsait bir anlayışı, hem de Allah’ın dini adına ortaya atarak, insanın tekamülüne menfi katkılarda bulunuyordu. Ayrıca hayatı düzenleyen ilahi hukuku devre dışı bırakıp, din dışı siyasi otoritenin koymuş olduğu beşeri yasalara tabi olmayı esas alarak sekülerizme, hevanın ilahlığına zemin hazırlıyordu. Böylece de insanın insana, hevasına göre hükmetmesini meşru göstererek, insanların hak ve hukuklarını egemen otoritelerin keyfi tasarruflarına terk ediyordu.
3. Rönesansla gelişen sekülerist-Modern
dönem’in insana biçtiği konum, “Aydınlanma”
adı altında ortaya çıkan “yeni karanlık”:
Batılılar, Haçlı Savaşları ve ticaret yolları ile İslam alemindeki görkemli medeniyetle tanıştılar. Ayrıca Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve başka yerlerdeki ilim ve kültür merkezleri ile kurulan barışçı ilişkiler sonucunda, İslam medeniyetinin ilmi birikimlerini aktararak, ayılmaya, uyanmaya başladılar. Batılı aklı, düşünme hürriyetini geri alma özlemiyle yanmaya başladı. Böylece Rönesans cahiliyesine geçiş gündeme geldi. Ortaçağ karanlığının temel özelliği aklı faaliyetten alıkoymak, düşünceyi dumura uğratmaktı. Rönesans ve ondan sonraki dönemlerde ise bu durumun tam zıttı gelişti. Akıl her alana müdahalenin tek vasıtası olarak egemenliğini kurmaya başladı. Aklın önünde hiçbir sınır tanınmıyor, aklı ilahlaştıran bir rasyonalizmle yine bir başka aşırılığa kayılıyordu.
Bu yeniden doğuş, Rönesans dönemi, aslında ortaçağ öncesi rasyonalist Grek cahiliyesine bütün sapıklılarıyla yeniden dönüş ve bu sapıklıklara bir yenisini ekleme anlamı taşıyordu. Bu ise, kilise adı altında, dini olana, ilahi olana top yekûn karşı çıkıp, tam anlamıyla hayattan kovma teşebbüsüdür.
Grek ve Roma cahiliyesi uygulamada tam anlamıyla putperest bir cahiliye idi. Düşünür ve filozoflar yaratılış, kendini bilme ve Allah’ın varlığı konularında düşünceler ürettiler, ancak aklı esas alıp, zan ve kanaatleriyle baş başa kaldıkları için hakikati bulamadılar, dipsiz uçurumlara dalıp gittiler. Bu karanlık ortamda vahy’in ışığından mahrum ve hakikatten, hakikatin ölçülerinden yoksun akıl, hayatın karmaşık sorunlarını mantık ve zanlarla, tahminlerle çözümlemeye kalkışınca, en büyük güçlükle karşılaştı. Meseleye nereden başlamak gerektiği konusu ortaya çıktı. Aklın önünde tanınmış gerçekler bulunmadığı için, gereken delilleri ortaya koyamadı ve ister istemez, konuya bir noktadan başlamak gerektiği için, yapay tezler, ideolojiler ve görüşler ileri sürdü. Böylece akıl; güvenilmez, kıyas ve tahmine dayalı tavır ve tartışma biçimini benimseyerek karşılaştığı güçlüğü kendince çözümlediyse de, insanlığın karşılaştığı sorunların tatmin edici, gerçekçi, sahici çözümlerini üretmekte aczini ortaya koydu. Kirlenmiş aklın sunduğu belirsiz, çelişkili, dengesiz ve karmaşık düşünce ve görüşler bu sorunları daha da içlerinden çıkılmaz hale getirdi. Ve insanlık cehaletin bataklıklarında daha da derinlere doğru sürüklendi. Kur’an-ı Kerim işte aklın bu çaresizliğine şöyle işaret etmektedir;
“Ey Muhammed “Eğer yeryüzünde onların bir çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Çünkü onlar, ancak zanna tabi olurlar. Onlar ancak saptırmaya gayret ederler”
“De ki: Nezdinizde bir ilim var mıdır ki, çıkarıp bize gösteresiniz, siz ancak zanna tabi olursunuz. Ve ancak yalan söylersiniz”
İşte Rönesans cahiliyesi de, aklı sınırsız özgür ve egemen kılma yolunda tam anlamıyla zanna tabi olmayı, vahye ise başkaldırmayı esas aldı. Rönesans ve takip eden dönemlerde artık hür düşünmek, ateist olmak anlamına alınmaya başlandı. Dine bağlanmak, ilahi olanı esas almak ise, kilisenin tahakkümünü, aklın vesayet altına alınmasını kabul etmek anlamına alınıyordu.
Brenton, “Modern Düşüncenin Menşei” adlı kitabında: “ Rasyonalizm kainattan Allah’ı ve tabiat ötesini ortadan kaldırmaya yönelir…” diyordu.
Devran bir daha dönerek Avrupa aklın üstünlüğünden tabiatın üstünlüğüne geçiş yaptı. Bu süreçte ilmin kainatın sırlarını keşfetmesi artınca, artık düşünürler: “başvurulması gereken, dönülmesi gereken, aslolan tabiattır” demeye başladılar. Tabiat akılda oluşan düşünceleri nakşediyordu, o halde bilginin kaynağı vahy değildir diyorlardı. Bilginin kaynağı akıl da olamazdı. Çünkü akıl kendiliğinden bir şeyi inşa edemiyordu. Asıl olan olsa olsa tabiattır. Hissedilen dünyadır.. işte pozitif gerçek budur.” diyorlardı.
Artık batı düşüncesinin fiilen tapınılan tanrısı akıl olmaktan çıkmış, yerine Darwin’in: “Tabiat herşeyi yaratır ve onun yaratma kudretinin sınırı yoktur” dediği tabiat geçmiştir. Ancak bu yeni ilah bundan önceki ilahı da öldürmüyordu. Sadece aklı kendi alanıyla sınırlandırıyor, onu kendi şartları içinde kalmaya zorluyordu. Birinci ilah (akıl), hakiki ilah(Allah)ı “rasyonel olmadığı” gerekçesiyle dışlarken, ikinci ilah (tabiat) da onu his ile idrak edilemediği ve labaratuvarda deney altına alınamadığı için bir kenara itiyordu.
İslam aleminden devşirilen deney metodu, Allah’ın kainattaki “kevni ayetlerini” araştırıp, tefekkür emek, Allah’a bağlılığı pekiştirmek ve dünyayı imar fonksiyonunu yerine getirirken bu araştırmaların sonuçlarından istifade etmek amacının dışında kullanılınca, batılılar için fitne haline gelmiştir. Bu temel amaçtan uzaklaşarak, tabiata hakimiyet sağlamak, güç sahibi olmak, “Antik Yunan”dan gelen alışkanlıkla “tanrılara karşı bağımsızlık kazanmak” gibi sapkın amaçlar için kullanılan bu yöntemle kainatın sırları hakkında yeni bilgiler elde ettikçe, batı insanı kendini yeterli görmeye, müstağnileşmeye başlamıştır. Tabiat hakkındaki bilgi artışı onları Allah’a yaklaştırması gerekirken amaçtaki sapma sebebiyle Allah’tan uzaklaşmalarını arttırmıştır.
Julian Huxley’in “Modern Dünyada İnsan” adlı eserinde dediği gibi: “insan acz ve bilgisizlik dönemlerinde aczi ve bilgisizliği dolayısıyla bundan önceleri Allah’a tapıyordu. Fakat şimdi artık çevresine egemen olmayı öğrendiğinden acz ve cahillik dönemlerinde Allah’ın omuzlarına yüklemiş olduğu şeyleri bizzat kendisinin omuzlamasının zamanı gelmiştir… Ve bu bakımdan kendisi ilah olmuştur.”
Allah’ın Kur’an’da beyan ettiği gibi; “Hayır, muhakkak insan kendini müstağni (kendine yeterli) gördüğü için azar” hükmü gereğince, bir yandan böyle bir aldatıcı yeterlilik sapmasıyla kendisini müstağni gören batılı, Allah’a başkaldırıp ilâhlığını ilan ederken, diğer yandan deney yoluyla ispat edilemeyen şeylerin ya var olmadığına ya da dikkate alınmaması gerektiğine inanıyordu. Rönesans ve sonraki dönemlerin Rasyonalizmi, aklın dışındaki bütün bilgi pencerelerini kapatıp insanın vahy ile tam manasıyla ilişkisini koparırken, aklı dilediği şekilde doludizgin gitmek konusunda serbest bıraktı. Diğer taraftan on dokuzuncu asırdan beri, Avrupa düşüncesine egemen olan deneysel rasyonalizm, deney ve hissedilenin dışında aklın bütün kapılarını kapattı. Çağdaş cahiliye, müstekbir bir tavırla, büyüklenme ile, ya Allah’ın varlığını inkar etti, yahut Allah’ı yeryüzüne bireysel ve toplumsal insan hayatına müdahale edemez bir konumda sadece göklerin Rabbi olarak algıladı. Bir başka ekol de, tabiatın ya da maddenin ezeli, ebedi ve egemenlik sahibi yaratıcı olduğunu ileri sürdü. Teşri yani yasama, insanların hayatlarına çekidüzen verecek kuralları koyma hususunda, daha önceki bütün cahiliye düzenlerinin, Firavunların, Nemrut’ların yolunu izleyerek egemen kimselerin bu hususta tam yetikli olduğunu kabul etti. Yani her halûklarda insan bu hususta nihai otorite kabul edildi. Bu hususta, feodalizm, kapitalizm ve komünizm arasında fark yoktu. Hepsi şu veya bu tür insan grubunu diğer insanların hayatına çeki düzen verecek kanun ve kuralları vazetmede mutlak yetkili görüyorlardı. Yani hepsinde ilah insandı. Halbuki; Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul” adıl kitabında söylediği gibi; “…….bizler çağlar boyu gelmiş geçmiş ilim adamlarının, filozofların, şairlerin, büyük ruhani alimlerin üst üste yığdığı mülahazalardan oluşan büyük bir hazineye sahip bulunmamıza rağmen, kendimizin sadece belirli bir takım yanlarını anlayabilmekteyiz; o kadar. Bizler kesinlikle insanı bir bütün olarak algılayamıyoruz… Bizim her birimiz, ortasında bilinmeyen bir gerçeğin yürüyüp durduğu bir orduyu andıran cisimlerden oluşmuştur. Fakat gerçek şu ki, bizim bu konudaki bilgisizliğimiz katmerlidir. İnsan türü üzerinde inceleme yapanların kendi kendilerine sormuş oldukları soruların büyük çoğunluğu cevapsız kalmaktadır.”
Sınırlı aklı, kısırlığı, yetersizliği ve kendini tanımakta bile içine düştüğü bütün aczine rağmen nasıl olur da insanlardan bazıları, hem cinslerinin bireysel ve toplumsal hayatlarını düzenleyecek kuralları koyma cür’etini gösterebilirler ? Bazı insanların sınırlı ve kirli akıllarının, her halukârda kendi çıkarlarını gözeterek koyacakları kuralların diğer insanlara saadet getirmesi mümkün müdür ?
Nasıl ki, tüm evreni yaratan Allah bu evrenin ve içindekilerin tabi olduğu kevni kanunlarını (tabiat kanunlarını) vazetmiş ve bunlar insana rağmen geçerliyse ve yine insanın doğum ve ölümü, biyolojik yapısı ve organlarının işleyişi, hastalığı, sağlığı vb. yine ister istemez Allah’ın koyduğu kanunlara tabi ise, insanın bireysel ve toplumsal hayatını düzenleyen kurallar da aynı Allah’ın vahy ile gönderdiği nass’lardan alınırsa, ancak o zaman evren ve fıtratla uyum sağlanabilecek barış ve saadet düzeni yakalanabilecektir. Çünkü insanı her yönüyle tam anlamıyla bilen onun yaratıcısı olan Allah’tır ve insanın hayrına olan en güzel hükümleri de ancak O vaz edebilir. İnsanlardan bazıları diğerleri için hüküm koymaya kalktıklarında ise, sınırlı bilgi ve akıl kapasiteleri ve daha çok kendi çıkarlarını esas alan hırsları sebebiyle kanun koyanlar, mutlaka kendilerini, diğerlerini köleleştiren, sömüren, kendi yakınlarını ise kayıran kurallar vazetmekten alıkoyamayacaklardır. Bu güne kadar ki insanlık tarihi bunun şahididir.
İnsanlık için en iyi, en güzel, en isabetli kanun, kural ve modeli ancak hepsini yaratan kadiri mutlak Allah vazedebilir. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan ancak ve sadece Allah’tır. İnsan değildir. “Yaratan hiç bilmez mi? O latiftir (bilgisi her şeyi kuşatandır) her şeyden haberdar olandır” “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve bazen hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” “(Allah) her şeyi bilgisi ile kuşatmıştır.”
Bu sebeple Kur’an’da teşri (yasa yapma, hüküm vazetme) hakkının sadece yüce Allah’ın olduğu ısrarla vurgulanmış, insanın bu hususta kendisini öne çıkarıp, arzu ve isteklerini esas alması halinde hevasını ilah edinerek, şirke sürükleneceği uyarısı getirilmiştir. Tabii ki, Allah’ın nass vaz etmediği alanları yine nasslara ters düşmemek şartıyla, içtihad yoluyla kendilerinin düzenlemesi konusunda mü’minlerin ehil olanlarının oluşturacağı şuraların ikincil derecede kanunlar yapma yetkisi bunun dışındadır.
Bütün bu temel hakikatlara rağmen, 17. Yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar uzanan Avrupa “Aydınlanma”sı (!) sürecinde batıda rasyonalizmin ve deneyciliğin, bilimsel ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak yükselişi ile birlikte gelişen ve yaygınlaşan “secularizm” (dünyevileşme) sapması, insanı kendi hayatında mutlak söz sahibi ve kanun koyucu yapmayı ve ilahi olanı dünyadan kovmayı amaçlıyordu.
Mesela 19. Yüzyılın daha hemen başlarında Fransız düşünürü ve sosyoloğu Auguste Comte “bilimin yükselişi ve dinin çöküşü”nü tasarlamış ve Batı felsefesi ve bilimin gelişimindeki seküler mantık doğrultusunda toplumların ilkellikten modernliğe doğru “evrimleştiğine”, “geliştiğine” inanmıştı. Yine 19. Yüzyılın Alman filozofu, şairi ve ütopisti Friedrich Nietszche, Zerdüşt’ün diliyle Tanrı’nın öldüğü! (hiç olmazsa batı dünyası için) haberini veriyordu. Zaten batılı filozoflar, şairler, romancılar bunu büyük umutlarla uzun zamandır beklemekteydiler ve bunu, Tanrı’nın ve dinin olmadığı, insanın kendi hayatını, nihai otorite olarak kendi koyduğu kanunlarla yönettiği, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmış, kurtarılmış(!) bir dünyaya doğru atılan ilk adım olarak sevinçle karşıladılar.
Sekülerleşme: Hollandalı teolog Corneks van Peursen tarafından, “insanın, aklı ve dili üzerinde önce dinî sonra metafizik denetimden kurtarılması” olarak tanımlanmıştır.” Sekülerleşme, hayatın sadece siyasal ve toplumsal yanlarını değil kaçınılmaz olarak kültürel yönünü de kapsar, çünkü o, “kültürel entegrasyon sembollerinin dini olarak belirlenişinin kaybolmasıdır”. Sekülerizasyonun son ürünü tarihsel göreceliktir. Çünkü onlara göre tarih, bir sekülerleşme sürecidir. Sekülerleşmenin tamamlayıcı unsurları, doğanın dini içerikten kurtarılması, siyasetin kutsalla, ilahi olanla ilişiğinin koparılması, değerlerin kutsanmasına son verilmesidir. Hem dini hem dünya görüşünü içine alan bütün değerler manzumesini, kutsallıktan arındırmak suretiyle, gelip geçici ve izafi bir hale dönüştürmeyi hedeflemektedirler.
Anlaşıldığı üzere, dini ve ilahi olanın bir kenara itilmesi ve dinin insanın bireysel ve toplumsal pratik hayatından uzaklaştırılması batı düşüncesindeki sekülerizmin özünü teşkil etmektedir. Batılının, şirke bulaştırılmış, ruhbanın iradesini, hevasını ilah edinmiş, kilise dinini reddetmesi ve özgürlüğünü talep etmesi son derece haklı bir yönelişti. Ancak bunun arkasından Allah’ın tevhid dinini araştırıp ona tabi olmaları gerekirken, bunu yapmadıkları gibi kilise adı altında tüm ilahi olana başkaldırmayı, toptan dini reddetmeyi esas aldılar.
Ancak, din ile hayatı birbirinden ayırmak, batılının pratiğinde, daha Hıristiyanlığı kabul etmeye başladığında gündeme gelmiştir. Mesihiliği şeriattan (hayata çekidüzen veren hukuk sisteminden) kopuk, soyut bir akide olarak kabul etmişlerdir. Ancak toplumsal hayata sirayet eden bazı dini kırıntı ve kalıntılardan söz edilebilirdi ki, işte sekülerizm de bunları atmış tam olarak hayattan uzaklaştırmıştır.
Kilise dininin cahiliyesine karşı çıkışı haklı olan batılı, Allah’ın hakiki dini İslam’a da haçlı kini ve şartlanması sebebiyle kendini kapatınca, yeniden daha önce içinde bulunduğu greko-romen cahiliyesine doğru irtidat etti. Kilisenin şirk dininden, ruhbanı ilah edinmekten, kaçarken, bu sefer ruhban olmayan insanları ilah edinerek bir başka şirk dinine doğru sürüklendiler. Bu sürüklenişin ünlü mimarlarından Auguste Comte ve Jean Jacques Rousseau, dini savunmak için karşılarında duranlara şöyle sesleniyorlardı: İşte biz insan hayatının zaruri değerlerine kaynaklık edecek dinin dışında başka bir kaynak bulmuş bulunuyoruz. Biz bunu “tabiat”ta ve “insanın nefsinde” bulduk. Bu ise değerleri yeşertmekte ve bunları kökleştirmekte dinden daha üstün bir kaynaktır…” İnsanı ilahlaştırarak “Büyük-Varlık” olarak ilan eden Comte, “İnsanın tek, gerçek ve hakiki ilah olduğu” iddiasıyla, “düşünceye dalışımız bu varlığı tanımak içindir. Duygularımız onu sevmek içindir. Hareketlerimiz ona hizmet etmek içindir.” demiştir. Bunlar, yeni oluşturdukları felsefenin adını da “insanlık dini” olarak koydular ve ilahının insan olduğunu vurguladılar. Onlara göre en mükemmel varlık olan insan, hayatını düzenleyecek kuralları kendisi belirlemeli, Allah bu işe karıştırılmamalıydı. Kutsala karşı savaş açanlar, sonuşta yeni kutsallar üretme çelişkisine düştüler. Kendi ürettikleri dogmaları kutsal ilan ettiler.
Naturalist, hümanist, pozitivizt düşünceler, insan davranışının biçimini tabiattan aldığını, yaratıcının “doğa” olduğunu ileri sürerler ve insanı tarihsel güçler çerçevesinde anlamaya çalışırlar.
İslam ise bu anlayışı reddederek, esasen “doğa”nın insan için yaratıldığını ve ondaki herşeyin de insanın emrine verildiğini beyan eder.(Lokman-20) İnsan “doğa”nın üstündedir, “doğa”ya hükmeder, onun kanunlarına tabi değildir. Vahye dayalı olan fıtri insani değerleri yok edip, insanlık onurunu ayaklar altına alan ve kendisine tabi olan insanı “aşağıların aşağısına” düşürüp, ahlaki ve moral yönden çökerten pozitivizm belası işte böyle oluştu. Üstelik böyle karanlık bir döneme “aydınlanma” adı verilerek gözler boyanmaya çalışıldı.
En büyük musibet ise Darwinizm’le insanın kendi kendisini insanların dünyasından uzaklaştırıp, hayvanların dünyasına katmasıyla ortaya çıktı. Tabiatın yaratığı olarak insanın maymundan türediği ve hayvanlar alemine ait olduğu esas alınınca, artık hiçbir şekilde değerlere de ihtiyaç kalmazdı…Ne dine , ne ahlaka, ne de dinden kaynaklanan geleneklere…. Artık bir kısım Batılı düşünür, insanın, tabiatın tesadüfen ortaya çıkarmış olduğu bir yaratığı, bir hayvan türü olduğuna inanıyor ve bu görüş her vasıta kullanılarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
Hippolyt Taine gibi modern kuramcılara göre insan, “tıpkı ipek böceklerinin kozalarını ya da arıların peteklerini örmeleri gibi, felsefeler ya da şiirler ortaya koyan üstün bir hayvan türü olarak düşünülmeliydi” Modern insan kuramı, insan ve doğası hakkında zihinsel bir kargaşaya saplanmıştı. İnsan doğasına ilişkin olarak, Nietzsche, güç istencinden söz ederken, Freud, dikkatleri cinsel içgüdüye çekiyordu. Marx ise belirleyici en yüksek yeri ekonomik içgüdüye veriyordu.
Antik Yunan’dan bu yana insan bir taraftan ilahlaştırılırken bir yandan da hep hayvanla bir soy bağı kurulmaya çalışılmış, onun için;
-“toplumsal hayvan”,
-“düşünen hayvan”,
-“simgeleştiren hayvan” ,
-“ekonomik hayvan”
gibi ifadeler kullanılagelmiştir. Ve gelinen noktada batılılar insan ve konumu hakkında tam bir kaosa sürüklenmiş bulunmaktadırlar.
Max Scheler bu konudaki durumu şöyle tesbit etmektedir; “ Düşünce tarihinin hiçbir döneminde insan, kendisi için günümüzdeki kadar sorunsal olmamıştır. Birbirlerine ilişkin hiçbir şey bilmeyen bilimsel, felsefi ve tanrıbilimsel insanbilimlerimiz (antropoloji) var. Bu nedenle artık insan hakkında açık ve tutarlı bir bilgimiz yok. İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir.”
İnsan, bilim dünyasında kazandığı hayret verici başarılara rağmen, kendi varlığının, yaşamının manasını ve gayesini doğru kavramaktan mahrum bırakılmıştır. Ali Şerati’nin ifadesiyle; bu günün insanı, insanı şekillendirme, eğitme hususunda her zamanın insanından daha çok “güç yetirebilen” ve daha geniş imkanlara sahip olandır. Ancak nasıl bir şekil vereceği, nasıl bir eğitimle, hangi istikamette ve hangi amaç ve hedefler, hangi ilke, ölçü ve değerler çerçevesinde yetiştireceği hususunda her zamanın insanına nazaran daha az şey “bilen”dir. Bu günün insanı istediği gibi yaşam sürmekte, ama nasıl yaşadığını bilmemektedir. Çünkü yaratılış gayesinin ve ne için yaşadığının bilgisine uzak durmakta, niçin yaşadığını bilmemektedir. Alaxis Carrel’in deyişiyle, “insan kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği “gelişme” ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi “gerçekliğini” unutmuştur.” Ve böylece giderek kendisine yabancılaşan bir süreci yaşamıştır. Bu süreç sonucunda daha sonra insanlar hayvan bile kabul edilmeyecek derecede aşağılandıkları noktalara indirildi. Sağır ve kör madde dünyasından bir parça haline dönüştürüldü.
Batı düşüncesindeki sekülerleşme ve laikleşme serüveni, aklı, insan iradesini, hevasını ilâhlaştırma, deneyle ispat edileni var kabul edip bunun dışında kalanları reddetme, Allah’ı, peygamberlerini, kitaplarını, meleklerini, ahıreti, vb. iman esaslarını reddetme yani pozitivizm ile noktalandı. Bu zeminde gelişen seculerizm, insanların özel hayatları da dahil top yekûn, sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel bütün alanlarda kutsaldan soyutlanarak dünyevileşmeyi ifade ederken, laiklik daha ziyade devletçe tepeden dayatılan ve siyasi hukuki, kamu alanını zorla din dışına çıkarmayı ifade eden bir kavram olarak açıklanabilir.
Reformcular kilisenin dini yorumlamadaki tekeline karşı çıkarak, (tahrif edilmiş olan) kaynağa (İncil’e) dönmeyi ve herkesin kitabı okuyup anlayabileceği düşüncesini öne çıkarıyorlardı. Roma kilisesinin siyasi tahakkümüne ve “endüljans” (para karşılğı günahların affedilmesi uygulaması) ticareti yapıp çıkar peşinde koşan ayrıcalıklı bir ruhban sınıfının oluşmasına ve bu kesimleri kuşatan yolsuzluğa, kokuşmuşluğa karşı çıkıyorlardı. Genelde bütün reformistler, özelde ise Luther ve John Calvin, bir yandan Kilisenin, dolayısıyla da dinin siyasal otorite karşısındaki konumunu sınırlamaktan, diğer yandan ise siyasal otoriteye kayıtsız şartsız itaatın sağlanmasından yana idiler. Dini vicdanlara hapsedip, seküler siyasal otariteye kayıtsız şartsız itaata, yani ruhbana kulluğa ilaveten laik siyasal otoriteye de kulluğa çağıran bu yeni sapmaya, tahrif edilmiş İncil’den dayanak da buluyor, Yeni Ahit’te yer alan Pavlus’un dünyevi otoriteye itaate yönelik şu ifadelerini esas alıyorlardı;
“Herkes, altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen, Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanırlar.”
Luther’de kilise kurumuna, çoğu haklı, ağır eleştiriler yöneltirken, hukuku, insan haklarını, kötü ve inançsız bile olsalar siyasi egemenliği ele geçirmiş tağutların keyfi tasarruflarına terk etmeyi teklif eden şu sözleri söyleyebiliyordu; “ Dünyevi yetki sahipleri kötü ve inançsız bile olsalar, yetki ve taşıdığı iradeleri yine de güzeldir ve Tanrı’dan gelir……….Ne kadar buyurgan olursa olsun, bir prens prens olarak kalmalıdır; zorunluluk gereği birkaç kişinin kafasını uçursa da…” Bu sözler, hak ve hukuk anlayışını temelden yok eden, insanı hemcinslerinin kulu kölesi olmaya layık gören ve üstelik bu sapkın anlayışa ilahi bir meşruiyet de sağlamak suretiyle vehameti daha da arttıran bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
İlk reformistlerden olan John Wycliffe de şunları söylemektedir; kral yasaya ve adalete uygun olarak yönetmese bile, yine de ona itaat edilmelidir….Kral Tanrı’nın temsilcisi olup, ona karşı çıkmak doğru değildir.
Katolik kilisesine haklı bazı eleştiriler yönelten reformistler, teslis sapmasını ve ruhbanı ilahlaştırmayı bir şekilde sürdürdükleri gibi, siyasi otoriteyi kutsallaştırıp ona kayıtsız şartsız itaatın gerekliliğini vurgulayarak da, insanlığın kaderini bir avuç zorba egemenin monarşist ve mutlakçı yönetimine terk etmekle, insan haklarına en büyük darbeyi indirmişlerdir. Hatta Almanya’daki köylü ve çiftçilerin, egemen, zorba, sömürücü prenslere karşı, Luther’in görüşleriyle de uyuşan dini özgürlükler, bazı ekonomik ve sosyal haklar talebiyle isyan ettiklerinde, Luther’in prenslerin tarafını tutarak, onları köylüleri ölümle cezalandırmaya teşvik eden bir bildiri yayınlayarak şunları söylediğini görüyoruz;
“Köylüler,……..“Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” ve “altında bulunduğunuz idareye itaat edin” diyen, kutsal emirleri dinlememişlerdir. Dolayısiyla, hem kutsal metine hem de idarecilere karşı gelmişlerdir. Bu nedenle, ölümü iki kez hak etmişlerdir.”
Luther gibi reformistlerin, insanın konumunu saptıran, hak ve hukuku yok eden diğer bir düşüncesi de, insanın kurtuluşuna dair görüşlerine dayanmaktadır. Luther, insanı kurtaracak olanın sadece iman olduğunu, kimin iman edeceğinin ise insanın çabalarından bağımsız olarak önceden Tanrı tarafından belirlenmiş olduğunu, kişisel çaba ve salih amel anlamında iyi davranışların insanın kurtuluşu açısından hiçbir fonksiyon ifa edemeyeceğini beyan ederek insan haklarına yeni bir darbe vuruyordu. Çünkü insanın insana ve topluma karşı hak, ödev ve sorumluluklarını ihtiva eden şeriata (hukuka) uymanın kurtuluşa etkisinin olmayacağını ve sadece Mesihe imanın kurtuluş için yeterli olduğunu söylüyordu. Üstelik bu imanın oluşmasında da insanın kişisel çaba ve iradesinin sonucu olan güzel amellerinin kurtuluş açısından hiçbir öneminin olmadığını iddia ediyordu. Böylece insanların güzel ameller yapmasını caydırıcı bu iddia ile hak, hukuk ihlalini teşvik ederek ifsada zemin hazırlıyordu. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesini sağlayan amelleri engelleyecek, salih amellerde yarışmak üzere yaratılan insanı bu hayırlı yarıştan alıkoyacak, her türlü ifsada ve azgınlığa müsait bir anlayışı, hem de Allah’ın dini adına ortaya atarak, insanın tekamülüne menfi katkılarda bulunuyordu. Ayrıca hayatı düzenleyen ilahi hukuku devre dışı bırakıp, din dışı siyasi otoritenin koymuş olduğu beşeri yasalara tabi olmayı esas alarak sekülerizme, hevanın ilahlığına zemin hazırlıyordu. Böylece de insanın insana, hevasına göre hükmetmesini meşru göstererek, insanların hak ve hukuklarını egemen otoritelerin keyfi tasarruflarına terk ediyordu.
3. Rönesansla gelişen sekülerist-Modern
dönem’in insana biçtiği konum, “Aydınlanma”
adı altında ortaya çıkan “yeni karanlık”:
Batılılar, Haçlı Savaşları ve ticaret yolları ile İslam alemindeki görkemli medeniyetle tanıştılar. Ayrıca Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve başka yerlerdeki ilim ve kültür merkezleri ile kurulan barışçı ilişkiler sonucunda, İslam medeniyetinin ilmi birikimlerini aktararak, ayılmaya, uyanmaya başladılar. Batılı aklı, düşünme hürriyetini geri alma özlemiyle yanmaya başladı. Böylece Rönesans cahiliyesine geçiş gündeme geldi. Ortaçağ karanlığının temel özelliği aklı faaliyetten alıkoymak, düşünceyi dumura uğratmaktı. Rönesans ve ondan sonraki dönemlerde ise bu durumun tam zıttı gelişti. Akıl her alana müdahalenin tek vasıtası olarak egemenliğini kurmaya başladı. Aklın önünde hiçbir sınır tanınmıyor, aklı ilahlaştıran bir rasyonalizmle yine bir başka aşırılığa kayılıyordu.
Bu yeniden doğuş, Rönesans dönemi, aslında ortaçağ öncesi rasyonalist Grek cahiliyesine bütün sapıklılarıyla yeniden dönüş ve bu sapıklıklara bir yenisini ekleme anlamı taşıyordu. Bu ise, kilise adı altında, dini olana, ilahi olana top yekûn karşı çıkıp, tam anlamıyla hayattan kovma teşebbüsüdür.
Grek ve Roma cahiliyesi uygulamada tam anlamıyla putperest bir cahiliye idi. Düşünür ve filozoflar yaratılış, kendini bilme ve Allah’ın varlığı konularında düşünceler ürettiler, ancak aklı esas alıp, zan ve kanaatleriyle baş başa kaldıkları için hakikati bulamadılar, dipsiz uçurumlara dalıp gittiler. Bu karanlık ortamda vahy’in ışığından mahrum ve hakikatten, hakikatin ölçülerinden yoksun akıl, hayatın karmaşık sorunlarını mantık ve zanlarla, tahminlerle çözümlemeye kalkışınca, en büyük güçlükle karşılaştı. Meseleye nereden başlamak gerektiği konusu ortaya çıktı. Aklın önünde tanınmış gerçekler bulunmadığı için, gereken delilleri ortaya koyamadı ve ister istemez, konuya bir noktadan başlamak gerektiği için, yapay tezler, ideolojiler ve görüşler ileri sürdü. Böylece akıl; güvenilmez, kıyas ve tahmine dayalı tavır ve tartışma biçimini benimseyerek karşılaştığı güçlüğü kendince çözümlediyse de, insanlığın karşılaştığı sorunların tatmin edici, gerçekçi, sahici çözümlerini üretmekte aczini ortaya koydu. Kirlenmiş aklın sunduğu belirsiz, çelişkili, dengesiz ve karmaşık düşünce ve görüşler bu sorunları daha da içlerinden çıkılmaz hale getirdi. Ve insanlık cehaletin bataklıklarında daha da derinlere doğru sürüklendi. Kur’an-ı Kerim işte aklın bu çaresizliğine şöyle işaret etmektedir;
“Ey Muhammed “Eğer yeryüzünde onların bir çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Çünkü onlar, ancak zanna tabi olurlar. Onlar ancak saptırmaya gayret ederler”
“De ki: Nezdinizde bir ilim var mıdır ki, çıkarıp bize gösteresiniz, siz ancak zanna tabi olursunuz. Ve ancak yalan söylersiniz”
İşte Rönesans cahiliyesi de, aklı sınırsız özgür ve egemen kılma yolunda tam anlamıyla zanna tabi olmayı, vahye ise başkaldırmayı esas aldı. Rönesans ve takip eden dönemlerde artık hür düşünmek, ateist olmak anlamına alınmaya başlandı. Dine bağlanmak, ilahi olanı esas almak ise, kilisenin tahakkümünü, aklın vesayet altına alınmasını kabul etmek anlamına alınıyordu.
Brenton, “Modern Düşüncenin Menşei” adlı kitabında: “ Rasyonalizm kainattan Allah’ı ve tabiat ötesini ortadan kaldırmaya yönelir…” diyordu.
Devran bir daha dönerek Avrupa aklın üstünlüğünden tabiatın üstünlüğüne geçiş yaptı. Bu süreçte ilmin kainatın sırlarını keşfetmesi artınca, artık düşünürler: “başvurulması gereken, dönülmesi gereken, aslolan tabiattır” demeye başladılar. Tabiat akılda oluşan düşünceleri nakşediyordu, o halde bilginin kaynağı vahy değildir diyorlardı. Bilginin kaynağı akıl da olamazdı. Çünkü akıl kendiliğinden bir şeyi inşa edemiyordu. Asıl olan olsa olsa tabiattır. Hissedilen dünyadır.. işte pozitif gerçek budur.” diyorlardı.
Artık batı düşüncesinin fiilen tapınılan tanrısı akıl olmaktan çıkmış, yerine Darwin’in: “Tabiat herşeyi yaratır ve onun yaratma kudretinin sınırı yoktur” dediği tabiat geçmiştir. Ancak bu yeni ilah bundan önceki ilahı da öldürmüyordu. Sadece aklı kendi alanıyla sınırlandırıyor, onu kendi şartları içinde kalmaya zorluyordu. Birinci ilah (akıl), hakiki ilah(Allah)ı “rasyonel olmadığı” gerekçesiyle dışlarken, ikinci ilah (tabiat) da onu his ile idrak edilemediği ve labaratuvarda deney altına alınamadığı için bir kenara itiyordu.
İslam aleminden devşirilen deney metodu, Allah’ın kainattaki “kevni ayetlerini” araştırıp, tefekkür emek, Allah’a bağlılığı pekiştirmek ve dünyayı imar fonksiyonunu yerine getirirken bu araştırmaların sonuçlarından istifade etmek amacının dışında kullanılınca, batılılar için fitne haline gelmiştir. Bu temel amaçtan uzaklaşarak, tabiata hakimiyet sağlamak, güç sahibi olmak, “Antik Yunan”dan gelen alışkanlıkla “tanrılara karşı bağımsızlık kazanmak” gibi sapkın amaçlar için kullanılan bu yöntemle kainatın sırları hakkında yeni bilgiler elde ettikçe, batı insanı kendini yeterli görmeye, müstağnileşmeye başlamıştır. Tabiat hakkındaki bilgi artışı onları Allah’a yaklaştırması gerekirken amaçtaki sapma sebebiyle Allah’tan uzaklaşmalarını arttırmıştır.
Julian Huxley’in “Modern Dünyada İnsan” adlı eserinde dediği gibi: “insan acz ve bilgisizlik dönemlerinde aczi ve bilgisizliği dolayısıyla bundan önceleri Allah’a tapıyordu. Fakat şimdi artık çevresine egemen olmayı öğrendiğinden acz ve cahillik dönemlerinde Allah’ın omuzlarına yüklemiş olduğu şeyleri bizzat kendisinin omuzlamasının zamanı gelmiştir… Ve bu bakımdan kendisi ilah olmuştur.”
Allah’ın Kur’an’da beyan ettiği gibi; “Hayır, muhakkak insan kendini müstağni (kendine yeterli) gördüğü için azar” hükmü gereğince, bir yandan böyle bir aldatıcı yeterlilik sapmasıyla kendisini müstağni gören batılı, Allah’a başkaldırıp ilâhlığını ilan ederken, diğer yandan deney yoluyla ispat edilemeyen şeylerin ya var olmadığına ya da dikkate alınmaması gerektiğine inanıyordu. Rönesans ve sonraki dönemlerin Rasyonalizmi, aklın dışındaki bütün bilgi pencerelerini kapatıp insanın vahy ile tam manasıyla ilişkisini koparırken, aklı dilediği şekilde doludizgin gitmek konusunda serbest bıraktı. Diğer taraftan on dokuzuncu asırdan beri, Avrupa düşüncesine egemen olan deneysel rasyonalizm, deney ve hissedilenin dışında aklın bütün kapılarını kapattı. Çağdaş cahiliye, müstekbir bir tavırla, büyüklenme ile, ya Allah’ın varlığını inkar etti, yahut Allah’ı yeryüzüne bireysel ve toplumsal insan hayatına müdahale edemez bir konumda sadece göklerin Rabbi olarak algıladı. Bir başka ekol de, tabiatın ya da maddenin ezeli, ebedi ve egemenlik sahibi yaratıcı olduğunu ileri sürdü. Teşri yani yasama, insanların hayatlarına çekidüzen verecek kuralları koyma hususunda, daha önceki bütün cahiliye düzenlerinin, Firavunların, Nemrut’ların yolunu izleyerek egemen kimselerin bu hususta tam yetikli olduğunu kabul etti. Yani her halûklarda insan bu hususta nihai otorite kabul edildi. Bu hususta, feodalizm, kapitalizm ve komünizm arasında fark yoktu. Hepsi şu veya bu tür insan grubunu diğer insanların hayatına çeki düzen verecek kanun ve kuralları vazetmede mutlak yetkili görüyorlardı. Yani hepsinde ilah insandı. Halbuki; Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul” adıl kitabında söylediği gibi; “…….bizler çağlar boyu gelmiş geçmiş ilim adamlarının, filozofların, şairlerin, büyük ruhani alimlerin üst üste yığdığı mülahazalardan oluşan büyük bir hazineye sahip bulunmamıza rağmen, kendimizin sadece belirli bir takım yanlarını anlayabilmekteyiz; o kadar. Bizler kesinlikle insanı bir bütün olarak algılayamıyoruz… Bizim her birimiz, ortasında bilinmeyen bir gerçeğin yürüyüp durduğu bir orduyu andıran cisimlerden oluşmuştur. Fakat gerçek şu ki, bizim bu konudaki bilgisizliğimiz katmerlidir. İnsan türü üzerinde inceleme yapanların kendi kendilerine sormuş oldukları soruların büyük çoğunluğu cevapsız kalmaktadır.”
Sınırlı aklı, kısırlığı, yetersizliği ve kendini tanımakta bile içine düştüğü bütün aczine rağmen nasıl olur da insanlardan bazıları, hem cinslerinin bireysel ve toplumsal hayatlarını düzenleyecek kuralları koyma cür’etini gösterebilirler ? Bazı insanların sınırlı ve kirli akıllarının, her halukârda kendi çıkarlarını gözeterek koyacakları kuralların diğer insanlara saadet getirmesi mümkün müdür ?
Nasıl ki, tüm evreni yaratan Allah bu evrenin ve içindekilerin tabi olduğu kevni kanunlarını (tabiat kanunlarını) vazetmiş ve bunlar insana rağmen geçerliyse ve yine insanın doğum ve ölümü, biyolojik yapısı ve organlarının işleyişi, hastalığı, sağlığı vb. yine ister istemez Allah’ın koyduğu kanunlara tabi ise, insanın bireysel ve toplumsal hayatını düzenleyen kurallar da aynı Allah’ın vahy ile gönderdiği nass’lardan alınırsa, ancak o zaman evren ve fıtratla uyum sağlanabilecek barış ve saadet düzeni yakalanabilecektir. Çünkü insanı her yönüyle tam anlamıyla bilen onun yaratıcısı olan Allah’tır ve insanın hayrına olan en güzel hükümleri de ancak O vaz edebilir. İnsanlardan bazıları diğerleri için hüküm koymaya kalktıklarında ise, sınırlı bilgi ve akıl kapasiteleri ve daha çok kendi çıkarlarını esas alan hırsları sebebiyle kanun koyanlar, mutlaka kendilerini, diğerlerini köleleştiren, sömüren, kendi yakınlarını ise kayıran kurallar vazetmekten alıkoyamayacaklardır. Bu güne kadar ki insanlık tarihi bunun şahididir.
İnsanlık için en iyi, en güzel, en isabetli kanun, kural ve modeli ancak hepsini yaratan kadiri mutlak Allah vazedebilir. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan ancak ve sadece Allah’tır. İnsan değildir. “Yaratan hiç bilmez mi? O latiftir (bilgisi her şeyi kuşatandır) her şeyden haberdar olandır” “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve bazen hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” “(Allah) her şeyi bilgisi ile kuşatmıştır.”
Bu sebeple Kur’an’da teşri (yasa yapma, hüküm vazetme) hakkının sadece yüce Allah’ın olduğu ısrarla vurgulanmış, insanın bu hususta kendisini öne çıkarıp, arzu ve isteklerini esas alması halinde hevasını ilah edinerek, şirke sürükleneceği uyarısı getirilmiştir. Tabii ki, Allah’ın nass vaz etmediği alanları yine nasslara ters düşmemek şartıyla, içtihad yoluyla kendilerinin düzenlemesi konusunda mü’minlerin ehil olanlarının oluşturacağı şuraların ikincil derecede kanunlar yapma yetkisi bunun dışındadır.
Bütün bu temel hakikatlara rağmen, 17. Yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar uzanan Avrupa “Aydınlanma”sı (!) sürecinde batıda rasyonalizmin ve deneyciliğin, bilimsel ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak yükselişi ile birlikte gelişen ve yaygınlaşan “secularizm” (dünyevileşme) sapması, insanı kendi hayatında mutlak söz sahibi ve kanun koyucu yapmayı ve ilahi olanı dünyadan kovmayı amaçlıyordu.
Mesela 19. Yüzyılın daha hemen başlarında Fransız düşünürü ve sosyoloğu Auguste Comte “bilimin yükselişi ve dinin çöküşü”nü tasarlamış ve Batı felsefesi ve bilimin gelişimindeki seküler mantık doğrultusunda toplumların ilkellikten modernliğe doğru “evrimleştiğine”, “geliştiğine” inanmıştı. Yine 19. Yüzyılın Alman filozofu, şairi ve ütopisti Friedrich Nietszche, Zerdüşt’ün diliyle Tanrı’nın öldüğü! (hiç olmazsa batı dünyası için) haberini veriyordu. Zaten batılı filozoflar, şairler, romancılar bunu büyük umutlarla uzun zamandır beklemekteydiler ve bunu, Tanrı’nın ve dinin olmadığı, insanın kendi hayatını, nihai otorite olarak kendi koyduğu kanunlarla yönettiği, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmış, kurtarılmış(!) bir dünyaya doğru atılan ilk adım olarak sevinçle karşıladılar.
Sekülerleşme: Hollandalı teolog Corneks van Peursen tarafından, “insanın, aklı ve dili üzerinde önce dinî sonra metafizik denetimden kurtarılması” olarak tanımlanmıştır.” Sekülerleşme, hayatın sadece siyasal ve toplumsal yanlarını değil kaçınılmaz olarak kültürel yönünü de kapsar, çünkü o, “kültürel entegrasyon sembollerinin dini olarak belirlenişinin kaybolmasıdır”. Sekülerizasyonun son ürünü tarihsel göreceliktir. Çünkü onlara göre tarih, bir sekülerleşme sürecidir. Sekülerleşmenin tamamlayıcı unsurları, doğanın dini içerikten kurtarılması, siyasetin kutsalla, ilahi olanla ilişiğinin koparılması, değerlerin kutsanmasına son verilmesidir. Hem dini hem dünya görüşünü içine alan bütün değerler manzumesini, kutsallıktan arındırmak suretiyle, gelip geçici ve izafi bir hale dönüştürmeyi hedeflemektedirler.
Anlaşıldığı üzere, dini ve ilahi olanın bir kenara itilmesi ve dinin insanın bireysel ve toplumsal pratik hayatından uzaklaştırılması batı düşüncesindeki sekülerizmin özünü teşkil etmektedir. Batılının, şirke bulaştırılmış, ruhbanın iradesini, hevasını ilah edinmiş, kilise dinini reddetmesi ve özgürlüğünü talep etmesi son derece haklı bir yönelişti. Ancak bunun arkasından Allah’ın tevhid dinini araştırıp ona tabi olmaları gerekirken, bunu yapmadıkları gibi kilise adı altında tüm ilahi olana başkaldırmayı, toptan dini reddetmeyi esas aldılar.
Ancak, din ile hayatı birbirinden ayırmak, batılının pratiğinde, daha Hıristiyanlığı kabul etmeye başladığında gündeme gelmiştir. Mesihiliği şeriattan (hayata çekidüzen veren hukuk sisteminden) kopuk, soyut bir akide olarak kabul etmişlerdir. Ancak toplumsal hayata sirayet eden bazı dini kırıntı ve kalıntılardan söz edilebilirdi ki, işte sekülerizm de bunları atmış tam olarak hayattan uzaklaştırmıştır.
Kilise dininin cahiliyesine karşı çıkışı haklı olan batılı, Allah’ın hakiki dini İslam’a da haçlı kini ve şartlanması sebebiyle kendini kapatınca, yeniden daha önce içinde bulunduğu greko-romen cahiliyesine doğru irtidat etti. Kilisenin şirk dininden, ruhbanı ilah edinmekten, kaçarken, bu sefer ruhban olmayan insanları ilah edinerek bir başka şirk dinine doğru sürüklendiler. Bu sürüklenişin ünlü mimarlarından Auguste Comte ve Jean Jacques Rousseau, dini savunmak için karşılarında duranlara şöyle sesleniyorlardı: İşte biz insan hayatının zaruri değerlerine kaynaklık edecek dinin dışında başka bir kaynak bulmuş bulunuyoruz. Biz bunu “tabiat”ta ve “insanın nefsinde” bulduk. Bu ise değerleri yeşertmekte ve bunları kökleştirmekte dinden daha üstün bir kaynaktır…” İnsanı ilahlaştırarak “Büyük-Varlık” olarak ilan eden Comte, “İnsanın tek, gerçek ve hakiki ilah olduğu” iddiasıyla, “düşünceye dalışımız bu varlığı tanımak içindir. Duygularımız onu sevmek içindir. Hareketlerimiz ona hizmet etmek içindir.” demiştir. Bunlar, yeni oluşturdukları felsefenin adını da “insanlık dini” olarak koydular ve ilahının insan olduğunu vurguladılar. Onlara göre en mükemmel varlık olan insan, hayatını düzenleyecek kuralları kendisi belirlemeli, Allah bu işe karıştırılmamalıydı. Kutsala karşı savaş açanlar, sonuşta yeni kutsallar üretme çelişkisine düştüler. Kendi ürettikleri dogmaları kutsal ilan ettiler.
Naturalist, hümanist, pozitivizt düşünceler, insan davranışının biçimini tabiattan aldığını, yaratıcının “doğa” olduğunu ileri sürerler ve insanı tarihsel güçler çerçevesinde anlamaya çalışırlar.
İslam ise bu anlayışı reddederek, esasen “doğa”nın insan için yaratıldığını ve ondaki herşeyin de insanın emrine verildiğini beyan eder.(Lokman-20) İnsan “doğa”nın üstündedir, “doğa”ya hükmeder, onun kanunlarına tabi değildir. Vahye dayalı olan fıtri insani değerleri yok edip, insanlık onurunu ayaklar altına alan ve kendisine tabi olan insanı “aşağıların aşağısına” düşürüp, ahlaki ve moral yönden çökerten pozitivizm belası işte böyle oluştu. Üstelik böyle karanlık bir döneme “aydınlanma” adı verilerek gözler boyanmaya çalışıldı.
En büyük musibet ise Darwinizm’le insanın kendi kendisini insanların dünyasından uzaklaştırıp, hayvanların dünyasına katmasıyla ortaya çıktı. Tabiatın yaratığı olarak insanın maymundan türediği ve hayvanlar alemine ait olduğu esas alınınca, artık hiçbir şekilde değerlere de ihtiyaç kalmazdı…Ne dine , ne ahlaka, ne de dinden kaynaklanan geleneklere…. Artık bir kısım Batılı düşünür, insanın, tabiatın tesadüfen ortaya çıkarmış olduğu bir yaratığı, bir hayvan türü olduğuna inanıyor ve bu görüş her vasıta kullanılarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
Hippolyt Taine gibi modern kuramcılara göre insan, “tıpkı ipek böceklerinin kozalarını ya da arıların peteklerini örmeleri gibi, felsefeler ya da şiirler ortaya koyan üstün bir hayvan türü olarak düşünülmeliydi” Modern insan kuramı, insan ve doğası hakkında zihinsel bir kargaşaya saplanmıştı. İnsan doğasına ilişkin olarak, Nietzsche, güç istencinden söz ederken, Freud, dikkatleri cinsel içgüdüye çekiyordu. Marx ise belirleyici en yüksek yeri ekonomik içgüdüye veriyordu.
Antik Yunan’dan bu yana insan bir taraftan ilahlaştırılırken bir yandan da hep hayvanla bir soy bağı kurulmaya çalışılmış, onun için;
-“toplumsal hayvan”,
-“düşünen hayvan”,
-“simgeleştiren hayvan” ,
-“ekonomik hayvan”
gibi ifadeler kullanılagelmiştir. Ve gelinen noktada batılılar insan ve konumu hakkında tam bir kaosa sürüklenmiş bulunmaktadırlar.
Max Scheler bu konudaki durumu şöyle tesbit etmektedir; “ Düşünce tarihinin hiçbir döneminde insan, kendisi için günümüzdeki kadar sorunsal olmamıştır. Birbirlerine ilişkin hiçbir şey bilmeyen bilimsel, felsefi ve tanrıbilimsel insanbilimlerimiz (antropoloji) var. Bu nedenle artık insan hakkında açık ve tutarlı bir bilgimiz yok. İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir.”
İnsan, bilim dünyasında kazandığı hayret verici başarılara rağmen, kendi varlığının, yaşamının manasını ve gayesini doğru kavramaktan mahrum bırakılmıştır. Ali Şerati’nin ifadesiyle; bu günün insanı, insanı şekillendirme, eğitme hususunda her zamanın insanından daha çok “güç yetirebilen” ve daha geniş imkanlara sahip olandır. Ancak nasıl bir şekil vereceği, nasıl bir eğitimle, hangi istikamette ve hangi amaç ve hedefler, hangi ilke, ölçü ve değerler çerçevesinde yetiştireceği hususunda her zamanın insanına nazaran daha az şey “bilen”dir. Bu günün insanı istediği gibi yaşam sürmekte, ama nasıl yaşadığını bilmemektedir. Çünkü yaratılış gayesinin ve ne için yaşadığının bilgisine uzak durmakta, niçin yaşadığını bilmemektedir. Alaxis Carrel’in deyişiyle, “insan kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği “gelişme” ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi “gerçekliğini” unutmuştur.” Ve böylece giderek kendisine yabancılaşan bir süreci yaşamıştır. Bu süreç sonucunda daha sonra insanlar hayvan bile kabul edilmeyecek derecede aşağılandıkları noktalara indirildi. Sağır ve kör madde dünyasından bir parça haline dönüştürüldü.
Batı düşüncesindeki sekülerleşme ve laikleşme serüveni, aklı, insan iradesini, hevasını ilâhlaştırma, deneyle ispat edileni var kabul edip bunun dışında kalanları reddetme, Allah’ı, peygamberlerini, kitaplarını, meleklerini, ahıreti, vb. iman esaslarını reddetme yani pozitivizm ile noktalandı. Bu zeminde gelişen seculerizm, insanların özel hayatları da dahil top yekûn, sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel bütün alanlarda kutsaldan soyutlanarak dünyevileşmeyi ifade ederken, laiklik daha ziyade devletçe tepeden dayatılan ve siyasi hukuki, kamu alanını zorla din dışına çıkarmayı ifade eden bir kavram olarak açıklanabilir.
İfade iconEmoticon