Sonuç ve değerlendirme





İşte batı düşüncesinin, yüzyıllarca süren tarihi boyunca sürekli şirke dayalı bir biçimde gelen ve oradan oraya savrulan çizgisi, insanın tanımı ve konumu hakkında da yukarıdaki bölümlerde izah edildiği üzere, gerçekten bir kargaşa oluşturmuştur.

Allah’ın, insanı kulluk için yaratıp, dünyaya imtihan için gönderdiğini ve kendisine “halifelik” misyonu yüklenerek evrendeki diğer yaratıkları (hayvan ve bitkileri) onun emrine tahsis ettiğini, bunların üzerinde tasarrufta bulunurken ve hemcinsleri ile ilişkilerinde Allah’ın hükümlerine ve adalete riayet etmesi gerektiğini beyan eden vahyi bilgi dışlanarak, “aydınlanma”nın seküler anlayışı içinde, “tanrı, insan ve hayvan” eşit hale getirildiler. Bir yandan insanla hayvan arasında soy bağı kurarak hayvanlaştırdıkları insanı, diğer yandan onun akıl ve iradesini her şeyin tek ve nihai ölçü ve kaynağı haline getirerek ilahlaştırıyorlardı. Hristiyanlık İsa’yı (as) ve ruhbanı ilahlaştırırken, “aydınlanma” insanı ilahlaştırıyordu. Ortaçağ karanlığına nazaran görece bir aydınlanma daha doğrusu grileşme ve büyük bedeller ödenerek elde edilen görece bir özgürleşme, şüphesiz bir olumluluk olarak nitelenebilir. Ancak vahy’den uzak düşünce karanlıktan kurtulmak söz konusu olamıyor, karanlığın kulvarları arasında şerit değiştiriliyordu.

Çağdaş cahiliye olarak ifade edilen pozitivizm zemininde, rasyonalizm ve hümanizm (yani insanı ve aklını ilahlaştıran yaklaşımlar) çerçevesinde laiklik ve demokrasi dünyaya gelmiştir. Demokrasi, kurucularının ve izleyicilerinin ifadeleriyle teorisinde halk iradesinin mutlak hakimiyetidir. Yani halk çoğunluğu ne istiyorsa, o doğru olandır. Bu iradenin üzerinde Allah’ın otoritesi de dahil başka bir otorite kabul edilemez. Pratikte ise hiçbir ülkede halkın çoğunluğunun iradesi mutlak egemen olamamıştır. Daha ziyade sermaye oligarşisinin egemenliği esas olmuştur. Türkiye gibi az gelişmiş taklitçi ülkelerde ise, silahlı ve sivil bürokrasi ile büyük sermayenin oluşturdukları oligarşik bir diktatörlük demokrasi olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.

İslam noktai nazarından ise, halk çoğunluğunun iradesi dahi mutlak egemen olamaz. Mutlak hakim, hüküm koyucu ancak ve sadece Allah’tır. Yönetenler de yönetilenler de aynı Allah’ın hükümlerine uymak zorundadırlar. Toplumun (ümmetin) yetkisi ise yöneticilerini seçme ve azletme ile sınırlıdır. Yani halk ya da ümmet serbest iradesiyle yönetici kadroları seçmek, iktidara getirmek, beceremediği ya da başarısız olduğunda ise azledip, görevden uzaklaştırmak yetkisine sahiptir. Ancak demokrasiden en temel fark ise; yönetilen halkı da onun seçtiği yönetimleri de aynı ilahi hükümlerin bağladığı hususudur. Yönetenler de yönetilenler de Allah’a ve Rasulüne itaat etmekle mükellef olup, Allah ve Rasulü bir mesele hakkında bir hüküm vaz etmişse, aynı meselede, mü’min bir erkek ve kadınının yeni bir tecih yapma hak ve özgürlüğü yoktur. Ümmetin seçtiği ehil insanlardan oluşan şura ancak nass vazedilmemiş alanlarda, yine nassların ışığında ikincil derecede kanunlar yapabilirler.

Laiklik ise, insanı, aklı ve hevayı ilah edinmek, insanın hayatına yön verecek kural ve kanunları yine insanın yapmasını ve Allah’ın dünya hayatına karışmaması gerektiğini esas almak demektir. Bu bakımdan bütün beşeri sistemler mutlaka laik sistemlerdir. Hepsinin ortak paydası laiklik, yani insanı hayatı düzenlemede ilah kabul etmektir. Demokraside (en azından teorisinde) halk çoğunluğu ilahtır. Halk çoğunluğunun ya da temsilcilerinin çoğunluk kararı kesindir, mutlaktır, onun üzerinde ilahi otorite dahil başka bir otoriteye yer yoktur. Demokrasilerde Allah’ın hükümleri geçersizdir. Yani demokrasi, insan iradesini ilah edinmek bakımından, mutlaka laik bir sistemdir. Oligarşi de ise bir grup insanın iradesi mutlak egemendir, yani ilahtır. Bu sebeple bu sistem de laiktir. Monarşide de bir tek insanın iradesi ilahtır. Onun dediği kanundur. Üzerinde başka bir otorite kabul edilmez. Tüm bu sistemlerde, hatta batının geliştirdiği en iyi sistem olan demokrasilerde bile, insanın hak ve yükümlülüklerini, uyması gereken kuralları yine bir başka insanların belirlemesi ve insanı yaratan, başı boş bırakmayıp ne yapıp yapmaması gerektiğinin, hak ve ödevlerinin ne olduğunun hükümlerini de vaz eden Allah’ın hayata müdahalesinin engellenmesi söz konusu olduğundan, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.

Teokraside ise, yine insan olan ruhbanın iradesi, Allah’ın adı da istismar edilerek, mutlak egemen kılınır. Bu bakımdan bu sistem dahi insan iradesini nihai otorite kabul etmek bakımından laikliktir yani ilahi olandan soyutlanmıştır.. Bu sistemde dahi ilahi irade mutlak egemen değildir.

Görüldüğü üzere batı insanı ya kilise adamını, ruhbanı ilah edindi, ya da ona duyulan tepki sonucunda ilahi olanı toptan reddedip, kendi hevasını ilah edinip laikleşti, sekülerleşti.Yalnızca Allah’a kulluğu terk edince de, hemcinslerinin veya kendi hevasının kulu, kölesi konumuna düşerek, özgürlüğünü kaybetti.

İslam’ın doğarken tertemiz bir fıtratla ve günahsız doğan bir insan anlayışına karşı, daha doğarken günahkar doğduğu için, rahipler tarafından vaftiz edilip bu günahtan arındırılmak istenen bir insan anlayışı batı düşüncesinin önemli bir kesiminin inancını oluşturmaktadır.

Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, batı düşüncesinde, insanın konumuna dair tam bir kargaşa söz konusudur. Hayvandan evrilmek suretiyle tabiatın bir yaratığı olarak tekamül eden ve kendi kendine yeterli hale geldiği için, müstağniliğini, Allah’a ihtiyacı kalmadığını ilan ederek ilahlık taslayan, seküler, laik, rasyonalist, hümanist, “insanlık dini” olarak sunulan pozitivizmin kulu, hevasının kulu bir insan anlayışı öne çıkarılmıştır.

İnsanı, ekonomik çıkarları için hareket eden, kedisini motive eden, yönlendiren tek unsurun çok kazanmak, ekonomik çıkar ve haz duygusu olduğuna inandıkları, hayvani bir boyutta ele aldılar ve “insan insanın kurdudur” dediler. Bu sebeple insanın sadece dünyaya ilişkin maddi yönünü gördüler ve onu öne çıkararak sekülerleştiler. Allah’a inanmayan veya tevhidi esas almayan bir dünya görüşünün, insanı daha şerefli bir konumda değerlendirmesi de mümkün değildi.

İnsan ilahlaştırılınca, Allah’ın şeriatı, hükümleri dışlanıp, bunun yerine egemen insanların kanun yapması esas alınınca, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları peşinde koşan güçlü ve egemen insanlar, yasa yaparken, yönetirken, ya da yargılarken, kendi çıkarlarını, hevanın ürünü sapkın değer yargılarını esas aldılar. Ve tabii olarak sonuçta zulüm ve insan hakları ihlalleri, sömürü ve emperyalizm yaygın bir hal aldı.

Zaten melekler de, Kur’an’da yer alan ifadelerinde, Allah’ın yeryüzünün halifesi kıldığı insanın serbest irade sahibi olarak kendisini, vekalet konumunda değil de, asalet pozisyonunda zannederek, yeryüzüne kendi hevası, aklı, iradesi istikametinde kanun ve kurallarla düzen vermeye kalkarsa, fesad çıkarıp, kan dökecek bir yaratık haline geleceği endişelerini dile getirmiyorlar mıydı?

Batı, insanı ilahlaştırmasının doğal bir soncu olarak, insan iradesinin üzerinde, başka bir otorite tanınmadığı için, egemenliğin kayıtsız şartsız insana ait olduğunu iddia etti. Özgürlük iddiası ve mücadelesi, sadece yönetimlere ve diğer insanlara yönelik olarak gündeme getirilmedi. Allah’a karşı da özgürlük iddiası ile hareket edilince fücur, sapma ve fesad (bozgunculuk) kaçınılmaz bir sonuç oldu. Sadece Allah’a kulluktan kaçınan insan hemcinslerine kul oldu. Temel hak ve özgürlüklerini hemcinslerinin insafına terk etmek zorunda kaldı. Hududullahı aşarak münkere yöneldi. Fücur, münker, kötülük, isyan adına ne varsa onları da insan hak ve özgürlüğü saydı. Böylece temiz fıtratını kirleten, bozan, Allah’ın bütün insanları üzerinde yarattığı fıtratın yolundan uzaklaşan insan, fıtratlarına müdahale edilerek ot yerine et yedirilen danalar gibi çıldırdı, azgınlaştı. Yeryüzünde vekaleten Allah’ın hükümlerini egemen kılması gerekirken, asaleten hevasını egemen kılmak suretiyle hilafet misyonuna ihanet etti. İrade serbestisi emanetini kötüye kullanarak tuğyan etti. Yüklendiği emanete, sorumluluklarını reddederek ihanet etti. Allah’dan başka ilah tanımayacağı sözüne ve ahdine sadakatsizlik ederek, hevasını ilah edindi.

Ahseni takvim yaratılışına aykırı davranarak, “esfele safiline”, “aşağıların aşağısı”, “belhum adal”, “hayvanlardan bile aşağı” konumlara düşerek, egoist, çıkarcı oportünist, saldırgan, dünyaperest bir sapkınlığa yöneldi. Yanlış tercihi sonucunda, hayvanlaşan, hatta hayvanlardan bile aşağı seviyeye inen insan, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları için diğer insanları sömürmeyi, ezmeyi haklarını gasbetmeyi kendisi için bir “hak” olarak telakki edebildi. Tüm bu sebeplerle batı düşüncesi, sadece kendi insanını insan sayan ve insan haklarını sadece kendi insanı için isteyen, diğer insanları ise sömürme, ezme ve kendisi gibi inanmaya zorlama “hak”kını kendisinde gören, zalim ve çifte standartçı bir konuma sürüklenmiştir. Batı düşüncesine müntesip olup da, henüz fıtratları tam anlamıyla bozulmamış bazı bireylerde sınırlı bir erdemlilik zaman zaman tezahür etse de, bunun dahi sürekli olmadığı, konjonktüre göre değişebilen ve zaman zaman kaybolan bir haslet olduğu görülmektedir.

Kurtuluş; insanın Rabb’i, yaratıcısı tarafından kendisine biçilen kulluk konumuna dönmekten, kendi ile Rabb’i arasındaki ikincil ilahları kaldırıp, sadece Rabb’ine ibadet, itaat eden konumuyla, kula kulluktan kurtulup özgürleşmesinden geçmektedir.
Unknown
Unknown

sonraki
« Prev Post
önceki
Next Post »
Blogger tarafından desteklenmektedir.