Tefekkürde İsraf.?


Allah Teâlâ, insanoğluna akıl, mantık ve tefekkür gibi husûsiyetler bahşetmiş ve onu diğer mahlûkattan üstün kılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün misâlleri akıl sâhiplerine hitâben beyân etmiştir. Kullarının dâimâ tefekkür hâlinde olmasını, bütün varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla bakmasını murâd etmiştir. Bu sebeple âyet-i kerîmelerde defâlarca; “Akletmez misiniz?”, “İdrâk etmez misiniz?”, “Tefekkür etmeniz için”, “Umulur ki düşünürsünüz.”, “İbret alın!” gibi ifadelerle biz kullarını her dâim tefekküre dâvet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, vahyin muhtevâsı içinde hakîkî değerini bulan akla işâret ederek on altı defâ «يآ اوُلىِ اْلاَلْباَبِ» yâni “ey akıl sâhipleri” diye hitapta bulunmuştur. Bu yüzden insanlık haysiyetine lâyık bir hayat yaşamak isteyen akıl sâhipleri, Kur’ân’ın aydınlattığı tefekkür dünyâsına girmek mecbûriyetindedirler.

İslâm’ın insanlığa gösterdiği tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem idrâkten hem de ifadeden âciz kalır, üstelik tefekkür nîmetini sırf nefsânî menfaatlerimize âmâde kılardık. Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet’in irşad ve îkazlarına muhtâcız. Zîrâ insanın tefekkürüne doğru bir yön verip ona sırât-ı müstakîm üzere yaşamanın esaslarını beyân eden yegâne rehber; Kur’ân ve Sünnet’tir.

Tefekkür, en mühim ibâdetlerden biridir. Makbul bir kulluk hayâtı için, kâinat ve hâdisâtın hikmet ve sırlarına vâkıf olabilmek, bunun için de kalb âlemini tefekkürle derinleştirmek îcâb eder. Aklımızın meşgul olduğu bütün düşünceleri, gönlümüzdeki duyguları, hattâ alıp verdiğimiz nefeslere kadar her şeyi rızâ-yı ilâhî ile te’lif etmeye çalışmak, her mü’minin ufku ve hedefi olmalıdır. Zîrâ Allah Teâlâ bizleri, yüce Zâtına kulluk etmemiz için yaratmıştır. Bu varlık hikmetimize muhâlif bütün düşünce ve davranışlar, israf hudûduna girmekten kurtulamaz.

İnsana bahşedilen en muazzam nîmetlerden biri olan akıl, tek başına kişiyi hakîkate ulaştırmaya kâfî gelmez. İnsan tefekkürünün kıymeti, beyin ve kalp fonksiyonlarının âhenkli bir denge içinde işleyebilmesine bağlıdır. Sadece beyne ve akla değer verilirse insan belki iyi bir dünyâ adamı, yâni menfaat insanı olabilir. Fakat kâmil bir mü’min olabilmek için, duyguların merkezi olan kalbin de mânevî terbiye ile eğitilip akla rehberlik etmesi îcâb eder. Zîrâ his­si­yât mer­ke­zi olan kalb, te­fek­kü­re, te­fek­kür ise irâ­de­ye yön ve­rir. Bu de­mek­tir ki, bü­tün irâ­dî fi­il­le­rin te­mel sâ­ikı kalptir. Ora­da yer­le­şip kök sa­lan his­ler­dir. Bu bakımdan onun ilâ­hî emir­ler çer­çe­ve­si­ne otur­tul­ma­sı, di­ğer uzuv­lar­dan da­ha ehem­mi­yet­lidir.

Kalb âlemi, Kur’ân ve Sünnet nurlarıyla aydınlanmış kişinin aklı hakîkate âşinâ olur. Akıl ve kalb, îlâhî menbâdan feyizlenmek kaydıyla kişiyi hayra ve hakîkate vâsıl edecek yapıda yaratılmıştır. Bu yüzden gerçek tefekkür, vahiyle feyizlenmiş bir akıl ve gönlün buluştuğu noktada başlar.

Aklın tâkati dışındaki mevzûları tefekküre kalkışmak da, tefekkürün diğer bir isrâfıdır. Allâh’ın sıfat tecellîlerini, Kur’ân, kâinât ve insanın kendi yapısındaki husûsiyetleri tefekkür etmek zarûrîdir. Lâkin Allâh’ın Zât’ı üzerinde düşünmek, kaderin sırrını ve hikmetini bütünüyle çözmeye çalışmak gibi beşer tâkatinin üstündeki mevzûlarda tefekküre kalkışmak, bir nevî zihin isrâfıdır. Bu hâl, Kur’ân ve Sünnet tarafından da men edilmiştir.

Zîrâ nasıl ki gözün bir görme mesâfesi, kulağın bir duyabilme hudûdu var ise, aklın da bir idrâk tâkati vardır. Bunun içindir ki akıl, vahyin rehberliğine muhtaçtır. İlâhî hakîkatleri tefekkürsüzlük, bir felâket sebebi olduğu gibi, aklın, haddini bilmeyip kendini aşan işlere atılması da insanı isrâfa ve netîcede âhiret hüsrânına dûçâr eder.

Nefsânî arzular zemininde, gurur, kibir gibi kalbî marazların tasallutu altında ve selîm bir kalbin irşâdından mahrum hâldeki bir aklın tefekkürü, aslî mecrâsından çıkar; insanı, şeytan misâli azgınlığa ve sapıklığa sevk eder. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Şeytanın aklı kadar aşkı da olsaydı, bugünkü İblis durumuna düşmezdi.”

Demek ki akıl, tek başına bir değer ifade etmez. Onun kalbî hassâsiyetlerle yönlendirilmesi şarttır. Şayet kalpteki hislere mânevî terbiye ile rûhâniyet kazandırılabilirse, aklın dümenini ele alıp ona istikâmet vermek mümkün olabilir. Hisleri kontrol altına alabilmek çok zordur. Fakat duygularımızı rızâ-yı ilâhî ile te’lif etme gayreti içinde olmamız da şarttır. Bunun yolu, Kur’ân ve Sünnet iklîminde tefekkürden geçer. Böyle bir tefekkür ile açılan ufuklarda Allâh’ın lutuf ve ikrâmı ile fikriyâtımız gibi hissiyâtımız da rızâ-yı ilâhî ile me’lûf hâle gelir.

Hislerin mekânı olan kalb, aynı zamanda îmânın da merkezidir. Çünkü îman; ulvî bir histir, yüce bir duygudur. Nitekim îman, akılla değil, kalb ile tasdiktir. Kâinâttaki ilâhî sırlar da ancak îmanlı bir kalbe bağlı akıl vâsıtasıyla keşfedilebilir. Bunun içindir ki dînin en mühim ve en hassas meselesi îmandır. Zîrâ îman, hiçbir zaman tâviz, yâni nefsânî bir hoşgörü kabûl etmez. Çünkü bir camda saç kılı kadar bir çatlak olsa, o çatlak zamanla büyür ve neticede cam kırılır. Kalb âleminde kara bir leke, yâni bir çatlak oluşturmamak için de hep uyanık ve rikkat sâhibi olmak gerekir.

İbâdetlerde huşû, ecrin artmasına; buna mukâbil gaflet ise ecrin azalmasına sebebiyet verir. Lâkin tefekkürün nefsâniyete kayarak kalpte bir çatlak meydana getirmesi, îmânı tehlikeye atar. Îmanda gaflet ise, -Allah korusun- ayak kaydırır.

Bunun sayısız misâllerinden biri de Kârun’dur. Kârun, mâzisi itibârıyla sâlih bir zât iken Cenâb-ı Hak ona büyük bir servet ihsân etti. Fakat o şımarıp azgınlaştı, nefsine aldanarak bu serveti kendi dirâyetiyle elde ettiğini iddiâ etti. Hattâ iyice ileri giderek Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı tavır almaya yeltendi. Cenâb-ı Hak da onu dayandığı servetiyle beraber yerin dibine gömdü. Âyet-i kerîmede onun âkıbeti şöyle beyân edilir:

“Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek herhangi bir topluluk olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (el-Kasas, 81)

Kalbin îman zemîninden kayması, ekmek kesen birinin, bıçağı bir anlık gaflet netîcesi kaydırıp bir tarafını kesmesi gibidir. Bıçağın kayması bir anlık hâdisedir. Hisler de böyle âniden gelişir. Vücutta en hür uzuv, hislerin merkezi olan kalptir. Kalbin temâyülleri her an değişebilir. Kalb, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır. Onda Hâdî sıfat-ı ilâhiyyesi gibi Mudill sıfat-ı ilâhiyyesinden de bir nasip vardır. Bunların ne zaman diğerine galebe çalacağı meçhuldür.

Diğer bir misâl de Kur’ân’da ibretlik kıssası nakledilen Bel’am bin Baura’dır. Nitekim bu zâtı da bir anlık nefsine meyletmesi mahvetmişti. O da vaktiyle Allâh’ın sâlih kullarından biriydi. Sayısız kerâmetleri vardı, duâları makbûldü. Bir an hevâsına meyletmesi, yâni aklının dizginlerini nefsinin eline bırakması, helâkine sebep oldu. Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:

“Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyâya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A’râf, 175)

Yukarıda da beyân edildiği üzere, aklı vahyin dışında ve nefsin arzuları doğrultusunda kullanmaya kalkışmak, insanı ahmaklaştırır; âyette misâli verilen şaşkınlığa dûçâr eder. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında:

“Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..”[79]

diyerek bizlere örnek bir mü’minin hâlet-i rûhiyesini sergilemiştir.

Demek ki îmânımızı muhâfaza için, kendimizi dâimâ “havf ve recâ”, yâni “korku ve ümit” arasında bir duygu eğitimine tâbî tutarak tefekkürümüze yön vermek durumundayız. Son nefeste îman ile can verebilmek için, ömür boyu kalbî rikkat ve uyanıklık içinde bulunmalıyız. Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.

Meselâ muhabbet ve buğz duyguları da, Allâh için olmaz ise, buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenir, muhabbet duyulması gerekene de buğz edilirse, bu da bir mânevî felâket olur. Muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstahakkına tevcih etmek şarttır. Sâlihlere muhabbet, saâdet ihsân eder. Âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulur.

Diğer taraftan bir din düşmanına muhabbet ise, felâket getirir. Bu bakımdan yine âyet-i kerîmede:

“…Zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68) buyrulur.

Demek ki tefekkürümüzün makbul bir temele dayanması için duygularımızın da ilâhî menbâdan feyizlenerek terbiye edilmesi şarttır.

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

İnsan, yüklenmiş olduğu ilâhî emânetin

ağırlığını lâyıkıyla takdîr edememiş olduğundan, âyet-i kerîmede zalûm (çok zulmedici) ve cehûl (çok câhil) sıfatlarıyla zikredilmiştir. Bu, aynı zamanda emânetin ağırlığını tebârüz ettirerek insanları intibâha dâvet etmek içindir. “Zalûm” ve “cehûl” sıfatlarından kurtulabilmemiz, “amel-i sâlih” sâhibi olup zâhirî ve bâtınî ilmimizi tefekkürle irfâna dönüştürebilmemize bağlıdır. Nitekim Rabbimiz, Asr Sûresi’nde insanın hüsrandan kurtulması için îmân etmek, amel-i sâlih sâhibi olmak, hakkı ve sabrı tavsiye ederek ictimâî ibâdetlerde bulunmak gerektiğini bildirmektedir. İhtivâ ettiği özlü ve derin hakîkatler sebebiyle İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- bu sûre hakkında:

“İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, bu onlara kâfî gelir.” demiştir. (İbn-i Kesîr, Asr Sûresi Tefsîri)

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere engin bir tefekkür ufku sergiler. Bu meyandaki âyet-i kerîmelerden birinde şöyle buyrulur:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191)

Yeryüzü ve semâvât gibi mekâna dâir; gece ve gündüz gibi zamâna dâir ilâhî kudret tecellîleri, akıl sâhipleri için hep Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin dâvetçileri durumundadırlar. Cenâb-ı Hak, kâinâtın hâl lisânına âşinâ olabilmemizi arzu etmektedir. Zîrâ bütün varlıklar, kalbi ilâhî neş’elere teşne olan insanla konuşur. Zerreden küreye kadar her şey, insana Rabbinin azametini hatırlatır.

Kâinattaki ilâhî azamet tecellîlerini tefekkür, kulu tevâzû ve “HİÇLİK” iklîmine götürür. Bir mü’minin olgunluğu da, Rabbine karşı acziyetini ve haddini idrâk edebilmesine bağlıdır. Kişinin Rabbine karşı her an hiçliğini, âcizliğini ve zayıflığını îtirâf etmesi gerekir ki, gurur ve ucub illetini bertarâf edebilsin.

Bu bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında:

“Yâ Rabbî! Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle ta­nıyamadık…” (Münâvî, II, 520) buyurmuş ve istiğfâr etmiştir.

Hayatta acziyeti, çâresizliği tatmayan insanın nefsi, âdeta azgın bir aygıra döner. Firavun, Nemrut, Kârun, Hâman ve emsâlleri gibi… Böylelerine zulümler, tatlı bir mûsikî gibi hoş gelmeye başlar.

Diğer taraftan kişiyi acziyet içinde kıvrandıran iptilâlar, hastalıklar, musîbetler, ders alınabilirse o kişi için hakîkatte bir hayır olur. Zîrâ onu çâresizlik, acziyet, hiçlik, tevâzû ve mahviyet iklîmine götürür; kalbinin derinliklerinden “aman yâ Rabbî” diye inletir.

Yine insanlar, çektikleri çileler ve aştıkları engeller nisbetinde rûhen olgunlaşırlar. Hak Teâlâ bu hikmete binâen peygamberlerini ve sâlih kullarını derecelerine göre çile çemberinden geçirmiştir. Bu onlar için apayrı bir lutuf tecellîsine dönüşmüş, rûhâniyetlerinin tekâmülüne vesîle olmuştur.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle buyurur:

“İdrâk sâhipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”

Hissiyât ve idrâkimizin kâinattaki ilâhî sırları alıcı hâle gelmesi, tefekkürle yoğrulmuş bir idrâk ve kalbî derinlik ister. Kâinattaki ilâhî kudret akışları âdeta sessiz ve sözsüz ilâhî şiirlerdir. Bu ilâhî şiirler, kalplerdeki duyuşlar nisbetinde derinleşir.

Engin bir kalb âlemine sâhip olan Hak dostları, kâinattaki ilâhî sanat eserlerine derin bir kuyuya bakar gibi nazar ederler. Oradan mânâ iklimlerine yol alırlar.

Duyan bir gönlün, gören bir kalbin hâlini ifadeye kelimeler yetişmez, lisanlar bundan âciz kalır. İşte böyle bir kalbî hassâsiyet ile kâinâtı seyredenler, Rabbimizin sergiledi­ği son­suz hâ­ri­ka­lar­da­ki ilâ­hî sa­na­tın zev­ki­ne erer­ler. Ser­mâ­ye­si ay­nı top­rak olan bit­ki­le­rin ren­gâ­renk yap­rak ve çi­çek­le­ri­ne, bun­lar­da­ki me­ne­viş­le­re, ağaç­la­rın renk, ko­ku, lez­zet ve şe­kil­de son­suz fark­lı­lık arz eden mey­ve­le­ri­ne, an­cak bir iki haf­ta­lık öm­rü ol­du­ğu hâl­de, ke­le­be­ğin ka­nat­la­rın­da­ki hâ­ri­ka de­sen­le­re na­zar eder­ler ve varlıkla­rın “li­sân-ı hâl” de­ni­len sır­lı be­yân­la­rı­na ku­lak ka­bar­tır­lar. Böy­le­le­ri için bü­tün bir kâ­inât, ar­tık okun­ma­ya ha­zır bir ki­tap gi­bi­dir.

Akıl ve gönül âlemleri kuru ve sığ hâlde bulunan gâfiller ise her şeyin dışındaki kabuğu seyrederler de içindeki mâneviyat incilerinden habersiz kalırlar. Hazret-i Mevlânâ bu hâli ne güzel ifade eder:

“Dünyâya gönül verenler tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.”

Bir Hak dostu şöyle buyurur:

“Bu cihan, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sâhipleri için ilâhî sanatın tezâhürlerini kalben seyredebilmek), ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.”

Hakîkaten cihâna ibret ve hikmet nazarıyla bakan ârif gönüller, her şeyde farklı bir nükte sezer ve bu âlemden hikmetler devşirirler. Gâfiller ise; “Aman canım, bugün dünyâdan kâm almaya bak, bu dünyâya tekrar mı geleceksin!” diyerek kalplerindeki karanlığı ve çatlağı büyütürler.

Hazret-i Mevlânâ, aklımızı başımıza alarak hâlimizi tefekkür etmeye ve bu âlemdeki varlık hikmetimizi düşünmeye şöyle dâvet eder:

“Şu insan toplumunu ibretle seyret!.. Yaşadığın bu âlemdeki bunca ilâhî azamet ve kudret akışlarını gördüğün hâlde neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da bedeninin ve menfaatlerinin arzuları sana dağlar gibi büyük, selîm bir tefekkür ise karınca misâli küçük görünüyor? Ey esfel-i sâfilîne, (aşağılıkların en aşağısına) düşen kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de tefekkür dünyâsından öyle haberin yok. Sen ne yazık ki tefekkürünü zâyî ederek en büyük lezzetten mahrum kalmışsın!”

Tefekkür nîmetinin, nefsânî arzulara râm edilmesi ne hazindir. Tefekkürsüzlük, kalbin tembelliği ve ahmaklık alâmeti; duygusuzluk da kalbin kör ve sağır kesilmesidir. Bunca ilâhî tecellîler karşısında kalbin duyarsız kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyretme gafleti, mânevî bir felâkettir. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:

“(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)

Mevlânâ Hazretleri, tefekkür nîmetini yanlış yerlerde kullanmayı; “altın bir kaba süprüntü koymaya” benzetir. Bu ise, altından da kıymetli olan tefekkür ve tahassüs nîmetlerini, bayağı ve süflî arzulara zebûn ederek isrâf etmek demektir.

Velhâsıl tefekkür; doğru bir şekilde ve doğru bir zeminde yapılmalıdır. Aksi hâlde aslî mecrâsını bulamayan tefekkürler, kişiyi hüsrâna sevk eder. Nitekim ilâhî îkazlara kulak tıkayıp tefekkür nîmetini nefsânî arzuları uğrunda ziyân edenlerin âhiretteki pişmanlıkları, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:

“Onlar orada şöyle feryâd ederler: «Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden başka sâlih ameller işleyelim.» (Onlara): «Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın azâbı! Çünkü zâlimleri kurtaracak yoktur.» (denilir).” (Fâtır, 37)

Demek ki ebedî hayatta selâmet bulmak için dünyâ hayâtında aklı yerli yerince kullanmak zarûrîdir. Duygu ve düşüncelerimizi şeytânî ve nefsânî arzulardan değil, ilâhî menbâdan feyizlendirmek gerekir. Mevlânâ Hazretleri bu hususta uyanık olmanın lüzûmuna dikkat çekerek şöyle buyurur:

“İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî düşünceler, hayaller, vesvese­ler kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu dikenler, bir kişiden de­ğil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.”

Bu yüzden kalbimizin mânevî âhengini bozup, tefekkür ve tahassüs melekelerini ifsâd edecek nefsânî ve şeytânî vesveselerden korunmak îcâb eder. Nasıl ki bir radyonun frekansı doğru ayarlanmadığında net bir ses vermezse; kalp de bunun gibi yanlış hisler ve gaflet netîcesinde helâke dûçâr olur. Balıklar deniz vasatında, karadaki mahlûkat atmosfer vasatında hayâtiyetini devâm ettirebilir. İnsan rûhu da ancak Kur’ân ve Sünnet’in nurlu iklîminde saâdete nâil olur.

İnsanı şeytânî yaldızların aldatıcılığından ve nefsânî hazların sarhoşluğundan kurtararak âgâh bir gönül sâhibi kılan en mühim tefekkür ufku, şüphesiz ki ölümü düşünmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19)

Hadîs-i şerîfte de; “Bü­tün zevk­le­ri kö­kün­den yok eden ölü­mü çok­ça ha­tır­la­yı­nız!” (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met, 26) bu­yrulur.

Olgun insanlar, daha bu dünyâda iken toprak altı bilmecesini çözerek o âleme hazırlık yapabilenlerdir. Tefekkürler ve gayretler toprak altındaki muammâda derinleşmedikçe, bu istikbâl diyârının sırrına erilemez. Beşik ile tabut arasındaki bu kısa yolculuğu kalbî bir teyakkuz ve tefekkür iklîminde lâyıkıyla idrâk edebilmek, her akl-ı selîm sâhibi için zarûrîdir. Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbal düğümünü hâlledebilmek, ancak vahyin irşâdına gönül vermekle mümkündür. Aksi hâlde, kuru bir korku ile ölümden kaçmak, beyhûde yorulmaktır.

Cenâb-ı Hak biz kullarını cennetine dâvet etmektedir. Bu sebeple de bizleri gafletten îkaz buyurmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) buyrulur.

Bu îtibarla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, tefekkür ve tahassüslerimizin dünyâ esâreti altında zâyî olmasından Allâh’a sığınarak:

“…Allâh’ım! Dünyâyı en büyük düşüncemiz ve gâyemiz, ilmimizin ulaşabileceği son nokta kılma!..” (Tirmizî, Deavât, 79) diye duâ etmiştir.

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yatarken okudukları duâlarında bile bizleri tefekküre dâvet etmiş, muhtaçların hâlini düşünerek dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükür hâlinde bulunmamız gerektiğini şöyle beyân etmiştir:

اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِى أَطْعَمَنَا وَسَقَاناَ، وَكَفَاناَ وَآوَاناَ، فَكَمْ مِمَّنْ لاَ كاَفِيَ لَهُ وَلاَ مُؤْوِيَ

“Bizi yedirip içiren, koruyup barındıran Allâh’a hamd olsun. Koruyup barındıranı bulunmayan nice kimseler var.” (Müslim, Zikir, 64)

Hakîkaten insanın uykuya dalmadan önce, nâil olduğu nîmetleri tefekkür etmesi ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmesi, mühim bir kulluk vazîfesidir. Düşünmek gerekir ki, dünyâda nice insanlar aç ve susuz yatarken tok olarak uyumak, tehlikelere mâruz bulunan veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçları giderilmiş olarak emniyet içinde bulunmak, mâruz kaldıkları felâketler sebebiyle nice insan sıcak bir barınaktan mahrum olarak gecelerken, rahat yatağına uzanmış olmak, ne büyük bir nîmet ve aynı zamanda ne büyük bir mes’ûliyettir.

İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür hayâtımızda ihmâl edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim “Hesâba çekilmeden evvel nefsinizi hesâba çekiniz.” buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:

“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.”

“Bugün Allâh için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle kendini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.

Bizler acabâ bu duyguları kaç defâ lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla yorulan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik? Elimizi şakağımıza dayayıp, niçin yaratıldığımızı, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu, hayat çizgimizin ne nisbette doğru olduğunu ne kadar düşünebiliyoruz? Dînimizin îcaplarını ne kadar yaşayabildiğimizi, Rabbimizin emirlerini hayâtımıza ne ölçüde yansıtabildiğimizi, Allâh’ın bizlere gönderdiği ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın kültür ve rûh dünyâsına ne kadar girebildiğimizi, hayâtıyla canlı bir Kur’ân tefsîri olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ne kadar izinden gidebildiğimizi, hâl, tavır ve davranışlarımızın O’nun üsve-i hasene olan hayâtına ne ölçüde benzediğini ne kadar düşünebiliyoruz? Bu hususlardaki noksanlıklarımız bizi ne kadar kaygılandırıyor? Yoksa en kıymetli tefekkür hazînemizi içimizde kayıp mı ettik?

Kur’ân-ı Kerîm bizlere îmânını kurtarabilmek için taşlanmaya katlanan Habîb-i Neccâr’ı, hendeklerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd’u, hidâyete nâil olduktan sonra en ağır eziyetlere göğüs geren sihirbazları misâl olarak sergilerken, bizler Allâh’ın lutfettiği îmânımızın kıymetini ne derece idrâk hâlindeyiz?

Cenâb-ı Hak bizleri tefekkürsüzlükten ve bütün nîmetlerde olduğu gibi tefekkür nîmetinde de isrâfa sürüklenmekten muhâfaza buyursun! Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eylesin!

Âmîn…
Unknown
Unknown

sonraki
« Prev Post
önceki
Next Post »
Blogger tarafından desteklenmektedir.